17 Ekim 2011 Pazartesi

Kutlama

Daha ben küçük bir çocukken annemle yaptığımız anlaşma şöyleydi. Ben canımın istediği gibi davranabilecektim, yaramazlık yapabilecek, istediğim zaman yemek yiyip istediğim zaman yemeyecektim (çoğunlukla yemeyecektim)… bunun karşılığında Allah bana benim yarım kadar yaramazlıkta bir çocuk verecekti. Söylenecek bir şey yok…

8 yaşımdayken bu bedduayı aldığımda 20 sene sonrasını düşüneceğimi zannetmiyorsunuz herhalde. Yapabileceğim şeylerin sınırı yoktu. Geceleri geç saatlere kadar sokakta kalabilirdim, okuduğum okulun tuvaletine torpil atabilirdim, balkondan aşağıya tükürebilirdim ve hatta sayısız uçak atabilirdim… ama en önemlisi istediğim kadar sinemaya gidebilirdim.

31 Temmuz 2011 Pazar

Gerilme Dönemi

Bir insanın en temel isteği yaşamaktır. Kelime anlamıyla incelediğimiz zaman vücudumuz acıkır, susar, barınma isteği duyarız. Geçirdiğimiz evrim sebebiyle dünyanın hemen her coğrafyasında yaşayabilen yaratıklar olarak “Yaşayabilmek” için farklı şeyler yaparız.

Bir de “Yaşamak” isteği vardır. Hayatı doyasıya yaşamak... Cümle içinde kullanarak örneklendirmek gerekirse; “Takıl bana hayatını yaşa”
Genelde bu cümleyi kullanarak sizi yanına isteyen şahıslar bir süre sonra sizin yanınızdan ayrılırlar, en azından açık görüş günlerinde sizi ziyaret edebilirler ama her insanın doyasıya yaşamak istediği bir hayat vardır ve Theodor Adorno isimli ecnebi düşünürün ağızlara pelesenk olmuş söz öbeğini hatırlatmak gerekirse “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.”

21 Temmuz 2011 Perşembe

Bebek Dili ve Edebiyatı'na Giriş I

Bir filolog ya da etimolog olmadığım için bir dilin nasıl doğduğu konusunda kendimi dahi tatmin edici bir bilgiye sahip değilim. Nice yiğit filozofun da bu uğurda kız arkadaşlarından ayrılmak zorunda olduğunu biliyorum; yani durum biraz vahim. Türkçenin (ya da herhangi bir dilin) nasıl doğduğu konusunda “Doğru” diyebileceğimiz bir bilgi yok elimizde. Kelimelerin kökenine inip nereden geldiklerini öğrendiğimizde ise “Hımmm ne denli ilginçmiş!” diyerek dost meclislerinde kendimizi öne çıkaracak bilgiler arasına ekliyoruz, ama yine bize dilin nasıl doğduğu konusunda bir bilgi vermiyor.

Ama eğer bir dilin nasıl doğmayacağı konusunda bir gözlem yapmak isterseniz bir çocuk yapın ve onunla konuşmamayı tercih edin… konuşmamak ve onun konuşmasına izin vermemek bir dilin doğuşunu engelliyor.

27 Mayıs 2011 Cuma

İnsanlar Konuşa Konuşa -II-

Previously on Babalara Balon (kafiyeli de oluyor)
Kızımın ilk defa “Baba” dediğini telefonda öğrenen bendeniz koşarak eve gitmiş ve Attila’nın kucağında, ona “Baba” diyen kızımla karşılaşmıştım…
Yol boyunca düşündüğüm bir tek şey vardı; bir insan size “Baba” diyordu. Bunu gerçekleştirebilmenin iki yolu var: Yasadışı bir insan olup belirli kesimlere yardım edersiniz ve bu kesimler size “Baba” diye hitap ederler. Ülkemizde de diğer ülkelerde de bunun birçok örneği mevcut. Ben şiddet başta olmak üzere yasadışı birçok kavrama karşı olduğumdan bu yöntemle baba olmayı tercih etmemiştim. Bunun yerine size “Baba” diyecek bir insanı dünyaya getirmek daha güzel. Hem onunla eğlenebiliyorsunuz.
Fakat eve girdiğimde gördüğüm manzara beni ziyadesiyle üzmüştü. Bebeğim, bambaşka bir adamın kucağında ona “Baba” demekteydi. Bir kere de değil. Defalarca tekrarlıyordu. İlk etapta verdiğim tepkiyi anlattığımda insanın ne kadar ego sahibi bir canlı olduğunu hemen anlayacaksınız.
Leyla’yı Attila’nın kucağından almadan bekledim. Suratıma takındığım ifadeden Leyla’yı izleyip keyif aldığım anlaşılabilirdi. Aslında küsmüştüm.
Yaptığım hareketin saçmalığını anladığımdan değil ama Leyla’yı özlediğim için onu kucağıma aldım. Gözlüğüme saldıran Leyla bana “Ba-ba” dedi.
Tamam, işte her şey yavaş yavaş düzeliyordu. Kibar bir dille Attila’yı evden yollayıp Leyla’ya biraz dilbilgisi öğretmeye karar verdim.
“Ben baba.” diye Leyla’ya patronun kim olduğunu göstermeye çalışıyordum. O an anladım ki Leyla “Baba” demiyordu. Sanırım çıkarabildiği bu sesin tepki gördüğünü anlamış olmalı her şeye “Ba-Ba” diye seslenmeye başlamıştı.
Hipopotam: Baba
Gözlük: Baba
Televizyon: Baba
Biberon: Baba
Ben: Baba
“Hayır, ben baba.” diyerek Leyla’nın karşısında adeta çırpınıyordum. Bu tepkilerime cevabı ise gülerek “Ba-ba” demek oldu.
Birkaç gün boyunca eve gelen herkese, kadın, erkek çoluk, çocuk istisnasız “Baba” demeye başladı Leyla. Onu dışarı çıkardığımda sokakta gördüklerine, onu sevmek için eğilenlere “Baba” diyordu. Artık vazgeçmiştim. Demek ki Leyla ilk kelime olarak “Baba” demeyi tercih etmişti ben de bunu kabullenmiştim. Yalnız bir gün Recep İvedik posterine “Baba” demesi bardağı taşıran son damla olmuştu. Kararımı vermiştim, baba olduğumu ona bir şekilde gösterecektim.
Birçok güfteye “Baba” konulu şarkılar yazmaya başladım. Şimdi lütfen “Fış Fış Kayıkçı” şarkısının güftesiyle aşağıdaki sözleri okuyunuz.
Ben senin babanım
Demezsen darılırım
Akşam eve gelince
Yastığını çalarım…
Aslında şarkıyla sürekli “Baba” konusunu işlemem bir zamanların hit şarkısı “Ben Sizin Babanızım” şarkısı ile başlamıştı. Evde sürekli bu şarkıyı söyleyerek bu işe kolları sıvamıştım ama bu ulvi görev için yapılacak olsa bile şarkının saçmalığı ile Leyla’yı daha fazla üzmeyip çeşitli şarkıların sözlerini değiştirmeye karar vermiştim.
Bu yaptığım yeni nesil müziğe de “Protez Müzik” adını vermiştim. Şarkının sözlerini ampütasyon ile çıkarıp kendi sözlerimi yazıyordum. Bütün protezler gibi sakil duruyordu elbette ama Leyla’nın bana “Baba” demesi gerekiyordu.
Bütün bu süreci şahsi şova döküp konsepte tamamen işkence havası vermiş olmam bazı arkadaşlarımı rahatsız etmişti. Bana yazdığım şarkıların ne kadar kötü olduğunu anlatmaya çalıştılar. Oysa ben Pink Floyd’un Money isimli şarkısının bu halini de sevmiştim. Ayrıca sürekli suratına şarkı söylenmesinden Leyla’nın hoşnut olduğunu düşünüyordum.
Yapıcı atılım arkadaşım Tamer’den geldi. Bir gün eve kamerayla gelen Tamer “Haydi sizi çekeyim, söyle bir şarkı bakalım.” dedi.
Seçtiğim şarkı Manowar’dan Heart Of Steel idi. Nakarat kısmına yazdığım
Babayım ben
Bileceksin bunu sen
Her ne olursa
Yanındayım her dem
Sözlerini icra etmeye başladım. Tamer büyük bir sevinçle komik durumumuzu kayda alıyordu, şarkı bittikten sonra hemen çantasından kabloları çıkarıp kamerayı televizyona bağlamaya başladı.
Görüntüler akmaya başladığında gururum gözlerimden okunuyordu. Otuz saniye sonra Tamer’in müdahalesi ile görüntü bir anda durdu.
“Duyuyor musun?” diye sordu Tamer
“Neyi? Şarkıyı mı? Duyuyorum?”
“Hayır, şarkıyı söyleyen sesini duyuyor musun?”
“Duyuyorum. Ne var ki sesimde?”
“Borga farkında değil misin? İşkence gibi bir şey bu!”
Görüntüleri daha dikkatle dinlediğimde ve izlediğimde sesimin dünyadaki birçok şeyden hatta her şeyden daha iğrenç olduğunun farkına vardım. Leyla’nın yüzünde ise mutluluk değil endişe vardı. Leyla açık açık benden korkuyordu.
Leyla’nın oturduğu mama sandalyesinin önüne gittim. Dizlerimin üzerine çöküp ondan özür diledim. Ellerimi kavuşturup onun karşısında defalarca özür diledim.
“Çok özür dilerim babacığım, sana bir daha şarkı söylemeyeceğim.” diyerek onun beni affetmesini istiyordum. Kucağıma alıp dakikalarca onu öptüm…
“Çok üzgünüm babacığım, çok üzgünüm canım kızım, affet beni.”
Leyla tekrar oyuna başlamış, yerlerde emekliyordu… Tamer ise bana yazdığım şarkıların anlamsızlığını ve sesimin ne kadar kötü olduğunu anlatıp tekrar tekrar gülüyordu. Bu esnada Leyla acıkmış olmalı ki ağlamaya başladı. Hemen gidip biberonunu hazırladım. Akşam yemeğine daha çok vardı, Leyla bu esnada biraz süt içebilirdi. Ben biberonu hazırlarken Tamer onu kucağına almıştı. Biberonunu uzattım, acıkan bebeğim bir dikişte sütünü bitirmişti.
Biberonunu ittiren Leyla tekrar ağlamaya başlamıştı. Tamer onu ayaklarının üzerinde kaldırıp neşelendirmeye çalışırken yanlarına oturdum ve Leyla benim hayatımda üçüncü kez baba olduğumu anladığım hareketi yaptı.
Leyla müthiş bir kreşendo ile ağlıyordu. Sesi ve hıçkırıkları giderek yükseliyordu. Tamer onu teselli ederken, kar fırtınası gibi süren kreşendo yavaşladı. Şarkının sonu geliyordu. O an Leyla’nın kollarını bana doğru uzattığını gördüm. Leyla bedenini bana doğru sarkıtıyordu, kreşendo azaldı azaldı ve bir anda tekrar başladı; “Babey!”
Leyla bu dünyadaki herkese ve her şeye  “Baba” diyebilirdi. Onun Babey’i bendim…
Meraklısına not: İşi aldım, yazıyı yazdım. Paramı ödemediler.

20 Mayıs 2011 Cuma

İnsanlar Konuşa Konuşa

İnsanların size nasıl hitap etmelerini istersiniz? Aslında çok utandığım bir gerçeği sizlerle paylaşmaktan çekinmeyeceğim. Ben bir İngiliz unvanı alabilmek için birçok şeyimi feda edebilirim. Bir at için krallığını veren 3. Richard neyse, basit bir “Sir” unvanı alabilmek için çırpınan ben de oyum.

Tabi bugüne kadar Buckingham Sarayı civarında dolaşmışlığım yoktur, adanın herhangi bir yerinden toprak almak gibi bir girişimim de olmadı. Bir albüm çıkartayım milyonları koşturayım ya da spektaküler bir film çekeyim ödüllerle beraber sir unvanını da alayım da demedim.

Açıkçası “Sir” unvanının hayat boyunca ne işe yaradığını ya da yarayacağını bilmiyorum; York dükü olsam kaç metrekare toprak verirler bilmiyorum ama o “Sir” unvanını küçüklüğümden beri fetiş derecesinde istiyordum. Konuyla ilgili en somut adımım bir bankada hesap açtırırken olmuştu. Banka kartımın çıkması için bilgilerimi bir başvuru formuna kaydederken “UNVAN” kısmına gözümü karartıp “Sir” yazmıştım. Formu değerlendiren kişiler “Tıynetsiz” diyerek kale bile almamış olacaklar ki kartım gayet “Borga Engin” ismiyle gelmişti.

Leyla 8 aylıktı… “Sir” unvanını hala alamadığım için üzülmeyi bırakın, beni Galler Prensi ilan etseler görecek gözüm yoktu. Bir yandan hızla hareketlenen Leyla ile ilgilenmek bir yandan da evden çalışarak para kazanmak durumundaydım. Açık konuşmak gerekirse evde çocuk varken ve bu çocukla sadece siz ilgileniyorsanız çalışmanız çok zor. En azından benim için öyleydi.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Tehlike Onun Göbek Adı

Bir evde ölümcül bir silah olarak kullanabileceğiniz kaç eşya vardır? Mutfaktaki bıçakları saymazsak, kimya bilimine bağlılığınızı göz ardı edip deterjanla hardal gazı yapamayacağınızı varsayarsak; elektrik, birkaç sivri alet, kafa travması yaşatacak birkaç ağır ama ergonomik eşya dışında tehlikede değilsinizdir değil mi? Gerçi bir evde bulunması muhtemel Tuna Kiremitçi kitabı yeteri kadar ölümcül olabilir ama hadi onu da göz ardı edelim.
Bebekler söz konusu olduğunda evde eğitimli bir suikastçı olduğunu düşünebilirsiniz. Bir gazete ya da bardakaltlığı ile rahatlıkla kendilerine ya da sizlere zarar verebilirler, kendilerine daha çok. Mesela ben bir keresinde bir televizyon kumandası yardımıyla kör oluyordum.    
Leyla 8 aylık olmuştu. Yani ben 8 aydır evdeydim ve Leyla ile beraberdim. Bebeklerin hızla büyüyor olması sizi kimi zaman geride bırakıyor çünkü. Leyla artık emeklemeye başlamış, ulaşabildiği noktalardaki elleyebileceği her şeyi ellemeye yemin etmişti. İşin kötüsü bu “elleme” hadisesi elini sokamayacağı bir yerde vuku buluyorsa “Dilleme” ya da “Parmaklama” haline dönüşebiliyordu.
Birkaç kez priz karabasanı gördükten sonra evin her tarafında çeşitli önlemler almaya başlıyorsunuz. Bebek ürünleri üreten insanlar bunların hepsini düşünmüşler. Kapı çarpmasını önleyici aparatlar, priz korumaları, sehpa, masa köşelerini daha az tehlikeli hale getiren tamponlar, çekmecelerin açıldıktan sonra kapanmasını engelleyen bir uzay teknolojisi ve daha niceleri.
Örneğin bir sehpanın ölümcül bir silaha dönüşebileceğini biliyor muydunuz? Bebeğiniz büyüyüp sehpaya yaklaşmaya başladığında yapabileceğiniz birkaç şey var; sehpayı kaldırıp atmak, bir marangoz yardımıyla sehpanın köşelerini daha yuvarlak hale getirmek ya da tampon almak. Tampon almayı tercih etmiştim.
Ya da çekmecelere bakalım. Bir bebeğin makarnalarla ne gibi bir işi olabilir. Leyla o çekmeceyi keşfettiği zaman içini açıp çekmecede neler olduğunu ona gösterdim, makarnaları tek tek çıkartıp önüne yığdım. Bir süre sonra oynamaktan vazgeçti. Sonra tekrar çekmecenin yanına gitti, gene çekmece muhteviyatını önüne yığdım. Hayır, gene oynamadı. Zaten makarnayla oynanır mı? Çok saçma. Ama neden hala çekmeceye gidiyorsun? İki seçeneğiniz var. Çekmecenin içine, kutu açılınca içinde fırlayan palyaçolara benzer bir düzenek kurabilirsiniz ya da çekmeceler için üretilmiş o özel aparatlardan alırsınız. Leyla’nın ilerleyen yıllardaki psikolojisini düşünerek onu korkutarak büyütmek istemediğim için o özel aparatlardan almıştım.
Şöyle çalışıyor. Bir ucunu çekmeceye bir ucunu çekmecenin yuvasına sabitlediğiniz aparat siz bunu yapar yapmaz aktif oluyor ve dünya dışı yaşamlarla iletişim kuruyor. Bundan sonra çekmeceniz asla açılmıyor, eğer bir gariplik olursa ve çekmeceniz bir anda açılırsa asla kapanmıyor. Aslında her ne kadar gizemli de olsa alet işe yarıyor yani çocuğunuzun parmakları çekmeceye sıkışmıyor. Garip ama çözüme yönelik.
Bütün bunların haricinde “Oyun Havuzu” diye masum bir isimle satılan, içine bebeğinizle beraber bütün oyuncakları koyarak ona hapis hayatı yaşattığınız bazı edevatlar var. Ben F Tipi’ne karşı olduğum için oyun havuzunu tercih etmemiştim.
Diyelim ki bütün önlemlerinizi aldınız, ayağınızı uzatıp televizyon izleme zamanı geldi değil mi? İsterseniz bir detektörle evdeki tehlikeleri tespit edin ve önlem alın, bebekler sizden çok farklı düşünürler…
Uzmanlar bu durumu “Bebek işte! Heh heh!” diye açıklamaya çalışabilirler ama durum çok farklı: Bebeklerin bağlı bulunduğu “Bebek Gelişim Genel Müdürlüğü” diye bir yer var. Siz uyurken gelip bebeklerle iletişime geçiyorlar. Bürokrat oldukları için gayet aksi ve sorun çıkarıcı yaratıklar.
“İyi akşamlar, Leyla Engin değil mi?” diye söze başlar bürokrat.
“Evet benim.”
“Leyla bebek, 8 aylık değişim vaktiniz gelmiş. Biz gelmesek sizin uğrayacağınız yok.”
“Nasıl geleyim ki?”
“Doğru, biz de onun için gelmiştik. Mobil olma vaktiniz gelmiş.”
Yeni açılım böyle başlıyor.
“Ay çok heyecanlandım, nasıl olacak o iş.” der küçük bebek.   
“Valla Leyla Bebek, birkaç seçeneğiniz var. Femurunuz gelişmiş, kaslar olgunlaşmış, direkt yürümeye başlayabilirsiniz.”
“Başka?”
“Bir de emekleme seçeneği var.”
Bu konumda mantıklı bir bebek (mantıklı bebek ne?) emeklemeyi seçmez tabi ki…
“Ayol neden emeklemeyi seçeyim ki, direkt yürür giderim.”
“Aaa! Ama öyle demeyin, emeklemeyi tercih ederseniz size evin görünmeyen yerlerine ulaşma ve oraları dilediğiniz gibi karıştırma gücü vereceğiz.”
“Ne işe yarar ki o?”
“Mesela ebeveyninizin en son evi satın alırken gördüğü ve kanepenin arkasında kalmış elektrik prizine ulaşıp parmağınızı sokabilirsiniz.”
“Tehlikeli değil mi?”  der mantıklı bebek…
“Hayır hayır hayır. Hiçbir tehlikesi yok, ebeveyniniz hemen sizi yakalıyor, asıl eğlence o zaman başlıyor. ‘ay ay ay ay ay’isimli çok komik bir dansa başlıyorlar, sonra tansiyonları düşüyor çok eğleneceksiniz.”
“Tamam, emeklemeyi alayım.”
“ Kaydınızı aldım, yarın başlayabilirisiniz emeklemeye ve karıştırmaya. Bu arada hazır uyanmışken biraz ağlayın babanız da uyansın.”
“Neden?” (mantıklı bebek)
“Aman bir nedeni olması gerekmiyor. Uyansın işte…”
Evde gerekli önlemleri almış olsanız bile gözünüzü üzerinden ayırmadığınız bebeğiniz sahip olduğu süper güçleri kullanmaya başlıyor.  
Öğle yemeği için mutfakta olduğum bir andı. Leyla ayaklarımın altında oyuncaklarıyla oynuyor, tamamen kontrolüm altında tutuluyordu. Ben bir yandan yemek yapıyor, bir yandan Leyla’ya şarkılar söylemeye çalışıyordum. Normal şartlar altında açıldığı zaman benim bacaklarıma değmesi ve açılmaması gereken dolabın nasıl olup da açıldığını hala araştırıyorlar. Sahip olduğu süper güçleri kullanan Leyla dolabın içinden çıkardığı zeytinyağı şişesini yere boşaltarak başlıyor görevine. Benim ayaklarımda terlik olduğu için ıslaklığı hissetmiyorum önce.
Uzun süren sessizlik bebeğin yanlış bir şeyler yaptığı anlamına gelir, bunu asla aklınızdan çıkartmayın. Ben bir anlık dalgınlıkla 30 saniye süren sessizliğe aldırış etmiyorum. Leyla süper gücüyle bir mercimek poşetini parmaklamaya başlıyor. Parmaklama başarılı oluyor ve poşet yırtılıyor. Hareket ettiğimde ayağımın altından gelen çıtırtıyla irkiliyorum. Gördüğüm manzara şu:
Yerde yaklaşık 250 ml zeytinyağı içinde yüzen mercimekler ve onları yemeğe çalışan Leyla. Sonuç: İshal…


9 Mayıs 2011 Pazartesi

Küçük Bir Mucize

Yaşamanın zor olduğu bir ülkede bulunduğumuz için mi yoksa nazar denilen uhrevi bir olgunun varlığı çevremizde olduğundan mıdır bilinmez; bizim insanımız hep kötüyü düşünür, kendini kötüye hazırlar. Pesimistler dört bir yanımızı sarmıştır, kuşatmıştır, sürekli size hayatın sillesini bir gün yiyeceğinizden bahsederler.
İlkokula başlarsınız “O kolay sen bir de liseyi gör.” derler, lise ceketini giyersiniz “Lise kolay üniversite sınavını kazan.” derler. Gün gelir üniversite sınavına girersiniz “Sorun kazanmak değil, iki üç üniversite dışında girsen ne olur ki?” diye söylenirler.
Evlenirsin “Ayvayı yersin”, “Bekarlık sultanlıktır” dediğinde ise “Hangi sultan donunu yıkamış” argümanı ile karşılaşırsın. Hatta işi o kadar ileri götürürler ki; elinizdeki loto biletini sallayarak “Ah şu bilete 4 milyon isabet etse” dediğinizde bir büyüğünüz “O kadar para adamı bozar.” der.

28 Nisan 2011 Perşembe

1 Mayıs

1 Mayıs 2008 tarihinde Türkiye’de iki önemli olay oldu. 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nü kutlamak isteyenler Taksim Meydanı’na çıkamayacaklardı. Hükümetin aldığı bu karar Pürtelaş Sokak ile Kazancı Yokuşu’nun kesiştiği yerde oturan bizi yakından ilgilendiriyordu.
İnönü Stadı’nı bilmeyenler için belirtelim Kazancı Yokuşu ve Pürtelaş Sokak Taksim Meydanı’na çıkışı olan iki yerdir.
O sabah uyandığımızda her şey normaldi. Sabah kahvaltısının ardından sabah jimnastiğimizi yaparak güne başladık. Tabi ki jimnastiği ben yapmıyordum, Leyla’ya yaptırıyordum. Zaten ben doğumdan kalan kilolarımı hala veremedim.
Bebek jimnastiğini fazla büyütmeyin. Bebeğinizin bezini değiştirirken bacaklarını kaldırıp indiriyorsunuz zaten. Bu işlemi kollarına da yapıyorsunuz. Artık destekle rahat bir şekilde kalkan Leyla ile “Fış Fış Kayıkçı” isimli oyunu oynayarak jimnastiğimizi tamamlıyorduk.
 Jimnastiğin ardından Leyla bir kahvaltı daha yapmak istedi. Taksim Meydanı kapalı olduğu için işe gidemeyen annesi ona bir kahvaltı daha sundu. Bu arada Kazancı Yokuşu Taksim’e çıkmak isteyen emekçileri taşımaya başlamıştı, sloganlar yavaş yavaş kulağıma geliyordu. Pencereden baktığımda sokakta birikmiş, orantılı güç kullanmayı seven polisleri gördüm.
Leyla ikinci kahvaltının ardından bir müddet oyun oynadı. Yeni keşfettiğimiz oyun saklambaçtı. Bebekli saklambaç şöyle oynanıyor; bebek bir yerde oturuyor, siz de onun arkasına geçiyorsunuz. On saniye kadar sizi arıyor sonra garip sesler çıkarmaya başlıyor. Siz bu esnada çıkıp “Sobe!” diye bebeğinizin aklını alıyorsunuz, o da tekrar ebe oluyor. Bu oyun bebeğinizin durumuna göre 5-10 dakika arasında sürüyor. Bebeklerin genel özelliği bu aylarda herhangi bir şeye ciddi şekilde konsantre olmamaları. Tamam, okuma yazma bilmiyor olabilirsin ama sana okuduğum Adorno kitabını dinlemeyi öğren be bebeğim.
Biz saklambaç oynarken garip bir şekilde Leyla ağlamaya başladı. Bir bebeğin ağlamasının birkaç sebebi olabiliyor; acıkma, altının kirlenmiş olması… Başka yok. Hemen Leyla’nın altını kontrol ettim. Hayır, temizdi. Leyla’nın acıkıp acıkmadığını anlamak için serçe parmağımı kıvırıp oluşan küçük sivri boğumu dudaklarına koyardım. Onu yaptım parmağımı deliler gibi emmeye başladı. Daha 2 dakika önce annesinden süt içmiş Leyla’nın acıkması normal değildi. Hemen lapa yapmaya koyuldum. Yemedi… Yoğurt… yemedi… Meyve püresi… yemedi…
Annesi Leyla’yı tekrar emzirmeye çalışırken ben de sokağın durumuna bakmak için pencereye yöneldim. Bir grup emekçi ya da emek destekçisi, orantılı güç kullanmayı seven polislerle karşı karşıya gelmişlerdi. Benim bulunduğum pencere tam ortalarındaydı. Birinci katta olmamdan dolayı iki tarafında suratlarını görebiliyordum.
Orantılı güç kullanmayı seven polis eylemcilere “Gelmeyin” diye bağırıyordu. Birinci gaz bombasını gözümün önünden geçerken o an gördüm. Anlayacağınız üzere olayları Federer ile Nadal arasında oynanan bir tenis müsabakası şeklinde izlemiyordum. Endişeliydim ve endişemde ne kadar haklı olduğumu birkaç saniye sonra anladım.
Orantılı güç kullanmayı seven polislerden birinin silahından çıkan gaz bombası pencereye, camlardan birinin çerçevesine çarptı, pervaza düşüp orada hızlı bir şekilde döndükten sonra aşağıya düştü. Orantılı güç kullanmayı seven polislerin kullandığı bu silahın adı “bomba” olduğu için görevini eksiksiz yaptı ve pencerenin dışında bir gaz bulutu oluştu. Pencereler kapalı olduğu için korkmuyordum ama doğalgaz için açık bırakılan menfezi unutmuştum. Salon yavaş yavaş gaz dolmaya başladı ve ben ağlamaya başlamıştım, üzüntüden değil kimyadan. Leyla’yı ve annesini arkadaki odaya götürüp bütün kapıları kapatmıştım.
Salona gelip menfezi kapatmaya uğraştım ama artık gecikmiştim. Tekrar içeri gittiğimde dumanın içerilere gidebildiğini gördüm… Hemen Cihangir’in daha iç kesiminde yaşayan arkadaşlarımı aramak aklıma geldi. Onların muhit daha sakin olmalıydı. Onlara gidebileceğimizi düşündüm.
Leyla’yı sarıp sarmalayıp biraz önce gaz bulutu olan sokaktan aşağı doğru koşmaya başladım. Yaklaşık iki dakikalık depardan sonra Tamerler’in evindeydik. Evlerinin arka balkonuna çıkıp gazın etkisinden kurtulmaya çalıştık.
Ama bir gariplik vardı; Leyla hala ağlıyor ve sürekli süt istiyordu. Doktoruna telefon açarak durumu anlattım. 1 Mayıs 2008’in ikinci önemli, Türkiye’yi daha mikro düzeyde ilgilendiren olay açığa çıktı. Leyla artık annesinin sütüyle doymuyordu. Doktor bize çıkıp hazır besin almamız gerektiğini belirtti, ama Leyla alerjik bir bebek olduğundan sadece belirtilen markayı içmeliydi.
Tamerle birlikte dışarı çıktık. Cihangir’in ara sokaklarından Taksim’e çıkmaya çalıştık önce. Orantılı güç kullanmayı seven polisler bizi karşıladılar. Durumu onlara izah ettiğimde omuzlarını silkeleyerek “Bizi ilgilendirmez, Taksim’e çıkış yasak” dediler. Konuşurlarken “K” harfi yerine kullandıkları “ĞH” karışımı harften onlarla sağlıklı iletişim kuramayacağımızı anladık.
Cihangir’in ara sokaklarında, hastanelere yakın yerdeki eczanelere doğru yollandık. O muhit üç tane tam teşekküllü hastane barındırdığı için eczane sayısı fazlaydı. Bizim ana caddedeki eczanelere yöneldiğimizi gören bir grup orantılı güç kullanmayı seven polis “Gelme, gelme” diye bağırdı. Ben de onlara “Eczaneye gidiyoruz” diye bağırdım. Karşılık olarak bize bir adet gaz bombası hediye ettiler.
Arkamızı dönüp gözlerimizi ovuşturarak kaçarken başka bir sokağa girdik. Bir eczane gazdan kaçanları içeri alıyordu. Biz hem gazdan kaçmak hem de kutsal görevimizi yerine getirmek için eczaneye koşturduk. İstediğim mamanın markasını ve modelini söylediğimde eczacı bana “Geçmiş olsun, onu bugün bulmanız çok zor” dedi. Bir bebeğiniz varsa ya da olduğunda çok iyi anlayacaksınız. Eğer onun bir şeye ihtiyacı varsa o ihtiyacı buluyorsunuz. Ara sokaklardan bir yol bularak önce Karaköy’e ardından Eminönü’ne gittik. Bu arada çeşitli aramalar, orantılı güç kullanmayı seven polislerin sorguları ve bir gaz bombasına daha maruz kaldık. Karaköy ve Eminönü’nde aradığımızı bulamayınca bu sefer Beşiktaş’a yöneldik.
Beşiktaş’ta mamayı bulduğumuz tek eczacıyı dayanamayıp öpecektim ki mamanın son kullanma tarihinin geçmiş olduğunu gördüm. Onlarla da vedalaşıp yolculuğumuza devam ettik. Kendimi yüzüğü araya Hobbitler gibi hissediyordum. Hastanelerin yoğun olduğu bölgelere gidip eczane eczane dolaşıyor ve mamayı arıyorduk. Eğer bebeğiniz varsa ümitleriniz tükenmiyor. Sonunda bir eczanede mamayı bulmuştuk. Benzer yolları kullanarak ve yanımıza bir gaz bombası daha alarak eve döndük.  Bebeklerin mamaya geçişi sancılı olabiliyor. Anne sütüne alışan bebek hazır mamayı anında kabul etmeyebiliyor. Sabahtan beri süt isteyen Leyla ise hazır mamayı fondip yaparak içti. Bana ise biraz mutluluk gözyaşı ile Leyla büyüyüp benden şikayet ettiği zaman ona anlatacak muhteşem bir hikaye kaldı.

23 Nisan Kutlu Olsun

Mustafa Kemal’in, T.B.M.M’nin kurulduğu günü dünya çocuklarına armağan ettiği bu bayram ben de derin izler taşımaktadır. Küçücük mini minnacık çocukları sabahın köründen akşam ayazına kadar ayakta bekletmeler, oradan oraya yürütmeler, “Yoruldum Örtmenim” diye bağıran miniklerin kulaklarını burmalarla yaşadım ben o günleri. Ama bir 23 Nisan vardı ki;
Öğretmenimiz üzerinde isimlerimizin yazılı olduğu poşetleri bize uzatıp “Bunları giyip geleceksiniz” demişti. Poşetini ilk olarak açıp “Ana ne var ki bunun içinde?” diye haykıran Barış (hiç sevmezdim şişkoyu) kafasına tebeşiri yiyince hiç birimiz merak etmedik. 

Öğretmenimiz;
“Evde anneniz açsın o poşetleri, kirletmeyin bembeyaz elbiseleri” dediğinde anlamalıydık.

Anlamalıydık Adnan Şenses olacağımızı. Bembeyaz kar pamuk gibi giyinsek hadi bir derece. Beyaz fırfırlı gömlekli takım elbisenin bir aksesuarı da turuncu papyon ve turuncu kuşaktı. O gün üzerimizde mevzu bahis kıyafetlerle okulumuzun bahçesinden stadyuma, oradan tekrar okula yürüdük. Bütün şehir bizi gördü. Geleceğimizle oynandı.

Leyla’nın ilk 23 Nisan’ı yaklaşınca biraz paniğe kapılmıştım. bir bebeğiniz varsa o sizin çocuğunuzdur. Bu denklemi kurmak önemli. Sonuçta bir çocuk bayramı söz konusuydu ve bizim elimizde de bir çocuk vardı. Kendi 23 Nisanlarımı hatırladıkça kötü hissediyordum ama kendi çocuğumun 23 Nisanını sadece kendi travmalarım yüzünden kutlamamazlık edemezdim. Bir çok çocuk ellerinde balonlar, oyuncaklar, yüzlerinde gülücük aileleriyle dolaşıyorlardı benim kızımın neyi eksikti ki?http://babalarabalon.biz/wp-includes/js/tinymce/plugins/wordpress/img/trans.gif

Leyla’nın en güzel kıyafetlerini giydirip, onu arabasına oturtup kendimi Taksim’e attım. Taksim’e çıkmak için önce polis kontrolünden geçtik. Polis kontrolünden geçmemiz önemliydi çünkü Leyla da ilk defa polis kontrolünden geçti. O ve arabasının torpido gözü aramaya takıldı. Beni arayan polise “Yalnız o kız lütfen onu kadın polis arasın” demem ise günün beni güldüren ilk olayıydı.

Taksim civarında dolaşırken sürekli Leyla’ya “Bak kızım bugün bayram, bugün senin bayramın” diyordum. 6 aylık bebekler sizi pek anlamıyorlar. Etrafta çok ciddi bir süsleme çalışması olması da Leyla’nın ilgisini benden çok daha farklı yerlere kaydırıyordu. Yollar tam tahmin ettiğim gibi çocuklarla doluydu. Taksim Meydanı’ndaki Gezi Parkı’na gittiğimizde inanılmaz bir kalabalıkla karşılaştım. Çocuk sayısı kadar kağıt helva, balon, çekirdek, su satıcısı vardı. Çocuk sayısının iki katı kadar da ebeveyn. Bizim düşürdüğümüz ortalamanın aksine bebek başına en az iki ebeveyn ortalaması burada kendini gösteriyordu.

Leyla’nın henüz parkta oynamak için çok küçüktü ama onu kucağıma alıp çocukların arasında dolaştırmaya başladım. Bu çağlarda bebeğinizin sevinçli olduğunu şöyle anlıyorsunuz: Bebek ellerini ve ayaklarını aynı anda sallamaya başlıyor. Bu durumda olduğu gibi, bazen o kadar hızlı sallıyorlar ki bebek alev alabiliyor, dikkat edin. Leyla kucağımdan inememesine ve parktaki oyuncaklarla oynayamıyor olmasına rağmen pek neşeliydi. Havanın gerçek bir nisan havasında olmasının ve çevrenin rengarenk olması da çok etkiliydi.

Bir süre sonra bir şeyin farkına vardım: Aralarındaki yaş farkı ne kadar olursa olsun “çocuk” diyeceğimiz küçüklükteki insanlar birbirleriyle nitelikli bir şekilde iletişim kurabiliyorlar.
Leyla birçok çocukla iletişim kurabiliyor, onlarla adeta konuşuyordu. Çocuk masumiyetinin ise o zaman farkına varıyorsunuz.

5-6 yaşlarında bir çocuk Leyla’nın yanına gelmiş, elindeki balonu ona sallayarak oyun yapmaya çalışıyordu. Evet “Oyun yapmak” tabirini kullanıyorum çünkü bebeklerle oynadığınız çoğu oyun aslında yok ve o an yapıyorsunuz. Çocuk Leyla’ya balonu salladıkça Leyla daha bir neşeleniyordu. En sonunda ağlamaya başladı. Ben ilk başta bunu mutluluk gözyaşları zannetmiştim.

“Baba o kadar mutluyum ki ağlayabilirim.”
“Ağla kızım tutma kendini…”
Meğer balonu istiyormuş.
“Amca vereyim mi balonu?” diye sordu çocuk bana.
“Yok canım senin balonun sende kalsın, ben ona balon alayım şimdi.” dedim çocuğa.
“Olsun amca, çok sevdi, benim balonumu alsın.” dedi.

Çocuk balonu verip uzaklaştı. Kendi çocukluğum, iğrenç beyaz takımı ve turuncu papyonu taktığım gün geldi aklıma. O zamanlar bizler de birbirimize bir şeyler veriyor, bir şeyler alıyorduk. Trampa bile olmayan bir ekonomi mevcuttu aramızda.
Leyla’yı tekrar pusetine koyup balonu kucağına koydum, balonu attı. Tekrar balonu kucağına koydum, balonu attı, tekrar ve tekrar… eğilip onunla konuşmaya başladım.

“Bak güzel kızım, o abla sana balonu hediye etti. Hediye almak güzel bir şeydir. Sana hediye edilen şeylere böyle davranman hiç hoş değil. Bir hediyeyi beğenmesen bile onu gelişigüzel atamazsın, onu saklaman sana hediye edildiği günü hatırlaman gerekir. Senin için güzel bir şey bu. Lütfen balonu atma, eve gidince bu balonla güzel güzel oynarız.”

Bebeklerle iletişim kurabilmek çok çok önemli. Bebek sizi anlamasa bile onunla konuşmanız, onun gözlerine bakarak, onu önemseyerek ona anlatmak istediğiniz her şeyi düzgün bir dille anlatmanız çok önemli.

Leyla balonu tekrar attı. Balon elde, puseti ittirerek evimize doğru yollandık.

Leyla ilk 23 Nisan’ını istemediği bir hediyeyle geçirmişti. Önümüzdeki 23 Nisan’da anlama seviyesi de yükseleceği için onu gösterilerin yapılacağı stadyuma götürme kararı almıştım. Ama önümüzde anlı şanlı bir “1 MAYIS”  vardı.

Leyla tam bir hafta sonra yaşayacağımız 1 Mayıs’ı bizim için de “Olaylı 1 Mayıs” haline getirmişti. Ama bilerek ama bilmeyerek…

Önemli not: eski 23 Nisan fotoğrafımı geçenlerde buldum. Beyaz takım ve turuncu papyon ile çekilmiş fotoğrafımı isteyenler hesap numaramı alabilirler. Gözlükleri hiç söylemiyorum bile.

Kavimler Göçü

Doktorlar ve bebek bilimciler (böyle bir şey yok ama bebekten çok anlayanlar var) bebekler için aylık haritalar hazırlamışlar. Bebeğiniz birinci ayında şunu yapar, bunu yapamaz gibi, bunu yaparsa şaşırmayın, şunu yaparsa çığlık atmayın gibi. Bütün bebeklerin yazılanları (ya da söylenenleri) yapacağı gibi bir şart yok, gelişiminde bunlar önemli rol oynamıyor.
Misal, Leyla 8 aylıkken hala 2’li burgu yapamıyordu ama biz üzülmedik. Fakat Leyla doktorların söylediği bazı şeyleri tam da zamanında yaptı.

Bir gece saat tam 23.59’da Leyla’nın ağlaması ile uyandım. Odasına gittiğimde Leyla’nın kıvrılarak tostoparlak olduğunu gördüm. Önce gazı olduğunu zannettim ki gaz problemlerimiz azalmış hatta bitmişti. Kucağıma aldığımda sustu, tekrar yatağına koyduğumda çok garip bir hareket yaptı. Kendisini ayaklarıyla ittirerek yatağın en köşesine kadar ilerledi. Yatak sınırlarına geldiğinde ilerlemeye devam etti ve omurgası izin verdiği ölçüde büzüldü, büzüldü ve büzüldü. Düzelttim, hareketi tekrarladı. Yaklaşık 15 dakika boyunca bu hareketi yaptıktan ve bana keyifli anlar yaşattıktan sonra uyumayı tercih etti. Ayın 3’ü olmuştu ve Leyla 5 aylıktı artık…

Bize verilen bebek kılavuzunda “Bebeğiniz 5 aylık olduğunda daha da hareketlenir…” yazıyordu. Leyla bütün bunları duymuş olacak ki hareket etmek istemişti. Leyla’yı kucağıma aldığımda ayaklarıyla kendisini yukarı ittiriyordu, koltuğa ya da yatağa koyduğumda hemen sırt üstü dönüp topuklarıyla kendisini yukarı ittirmeye çalışıyordu. Tehlikeli dönemler başlamıştı demek ki.
İmdadıma ilginç bir icat koşturdu. Havuz. Gidip marketten şişme bir havuz aldım. İçine battaniye, yorgan, çarşaf gibi yoğurt yapımından arta kalan malzemelerle yumuşak alan yaptım, Leyla burada gönül rahatlığı ile oynayabilirdi. İşte tam bu esnada size düşen oturup onu izlemek.

Şöyle oluyor efendim; Havuzun içine birkaç oyuncak atıyorsunuz, sırt üstü kendini ittirerek bir yerlere varmaya çalışan (varabileceğini zanneden) Leyla bir engelle karşılaştığında (örnek: tavşan) hemen yüzüstü dönüp onun ne olduğuna bakıyor, eğer ilgisini çeken bir şeyse dönüp onunla oynuyor ya da her ne yapıyorsa yapıyor sonra yoluna devam ediyordu. Ama asıl sorun sevmediği bir şeye (örnek: pembe aslan) rastladığında ortaya çıkıyordu. Yüzüstü dönen Leyla aslanı yolunda çekmeye çalışıyordu, göbeğinin üstünde efelenmeye çalışan bebek bir eliyle aslanı yoldan çıkartmaya çalışırken diğer eliyle denge kurmaya çalışıyor ve bilin ne oluyor? Evet, başaramıyor.
Bunun üzerine ilk defa sinirlenen bebeğinizle karşılaşıyorsunuz.
“Veheeeeev”
“Ehhhhhhhh”
“Neeeiiiiieeee” çıkardığı seslerden yalnızca bir kaçı. Bir süre sonra yorulduğu zaman yere bırakıyor kendini ama en önemlisi dinlenip tekrar yapmaya çalışıyor. Tekrar ve tekrar bu süreç işledikten sonra yapamayacağını anladığı zaman ağlamaya başlıyor. Ben bu süreci çözdüğümde iki gün boyunca Leyla’yı bunları yaparken izlemiştim. Fakat daha sonra bir parça özgürlük kazanacağımı hissettim. Havuzun içine stratejik olarak yerleştirdiğim, aslan, tavşan, geyik gibi vahşi hayvanları Leyla’nın oyalanması için kullanıyordum. Ben de inanılmaz entelektüel kitaplarıma dalabiliyordum… ya da sabah programlarını izliyordum.

Yine bir gün bir elimde Terry Eaglton diğer elimde Wittgenstein otururken Leyla dikkatimi çekti. Evet bebekler ara sıra babaların dikkatini çekebiliyorlar. Leyla ilginç bir kaza geçirmiş olmalıydı ki yaptığı hareketin başka bir açıklaması olamazdı. Leyla göbeğinin üzerinde sadece ayak parmaklarını kullanarak kendini ittiriyor ve ciddi mesafeler kat edebiliyordu. Kaza sonucu Radyoaktif bir tırtıl tarafından ısırılan kızım suçlularla mücadelede etkin rol oynayabilecek miydi?

Bebeğiniz varsa gözlerinize inanamadığınız (bazen burnunuza da) birçok an oluyor. Benim anlarımdan biri de buydu işte. Lütfen üşenmeden yüzüstü uzanıp sadece ayak parmaklarınızı kullanarak kendinizi ileri ittirmeye çalışın. Leyla bu hareketi sanki yıllardır yapıyormuş gibi profesyonelce hareket ediyordu. İlk etapta göğsüne bir bez bağlayıp evi temizletme fikrini düşündüm ama çocuk işçi çalıştırılmasına karşı olduğumuz geldi aklıma. Ben de halısız salonda eğlenebileceğimi düşündüm. Leyla’yı kendi üretimim olan çocuk bahçesinden çıkartıp salonun ortasına koydum. Üzerinde kıyafet olduğu için parkelerde adeta kayarak ilerliyordu. Leyla özgürce ilk hareketine kavuştuğunda o da ben de çok neşelenmiştik.

Fakat bir anda hiç hesaba katmadığım bir şey oldu. Leyla salondan çıktı, holde ilerlemeye başladı, vestiyeri geçti, dar koridora girdi… Devam ediyordu. Ara sıra kafasını kaldırıp çevresine bakıyor ama devam ediyordu. Leyla’nın bir gün benden uzaklaşacağı ilk olarak orada geldi aklıma. Ben salonda oturmuş onu izlerken o kendi başına çıktığı en uzun yolculuğu sürdürüyordu. Koşup kucağıma aldım ve havuzun içine koydum tekrar… Bencilce.
Bugün Leyla’yı okula bırakırken bana aynen şunları söyledi:
“Hoşça kal baba, hadi sen işe git, seni seviyorum, sonra görüşürüz.”
Sonra görüşürüz umarım.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Yoğurt

Soğanları krema ile kavurduktan sonra üzerine biraz kimyon eklemiştim. Bir miktar beyaz sofra şarabı ve akçaağaç şerbeti fıçısında bekletilmiş malt viski ile marine ettiğim kuzu sırtını hala hafif cızırdayan soğanların içine yatırdım. Fırından gelen kokular patateslerin yeteri kadar piştiğini gösteriyordu. Kuzu sırtı soğanların sıcaklığı ile koku yaymaya başlamıştı bile. Mutfaktan çıkan kokular yüzünden salondaki insanların homurtularını duyabiliyordum. Onları daha önce delirtmiştim şimdi bir kez daha yapacaktım. Dolaba doğru ilerledim, incir tatlısı için kullanacağım yoğurdu almak için dolabın kapağını açtığımda hoş olmayan bir sürprizle karşılaştım. İki seçeneğim vardı. Ya incir tatlısını boş verecektim ya da bakkalı arayıp “Abi bana çırak Adem’le bir yoğurt yollasana” diyecektim… Üçüncü şıkkı tercih ettim. İki dakikada yoğurt yapayım canım, elime mi yapışır.
4 aylık bebekler artık katı gıdalar yiyebiliyorlar. Doktoru en son ziyaret ettiğimizde bana, bazı katı gıdaları Leyla’ya yedirebileceğimi söylemişti. Yoğurt bunlardan en önemlisi ve ev yapımı olması gerekiyor. Ev dediğim de bizim ev. Yani ben yapacaktım.

29 Mart 2011 Salı

Dikkatli Olun

Süper kahraman olarak ilk yapmanız gereken şey kendinizi düşünmekten vazgeçmenizdir. Sizin gücünüze ihtiyacı olan milyonlarca insan var. Yoksa Batman da bilir Batmobil’e atlayıp Bağdat Caddesi senin Etiler benim gezmeyi, Flash da bilir sabah Paris’te kuruvasan, öğlen İspanya’da tapas, akşam Moskova’da havyar yemeyi. Gücünüzü, başkalarını düştüğü kötü durumlardan kurtarmak için kullanmak zorundasınızdır. Onların sizlere ihtiyacı var.
Babalık biraz süper kahramanlık gibi… Ya da ben o kadar yüksek egoya sahibim ki böyle hissediyordum. Ama düşünün bir kere hiçbir şey yapamayan biri var. Onun tüm ihtiyaçlarını gidermek ve yaşamını devam ettirmesini sağlamak sizin elinizde.
Evet, ben kendimi sırf bu yüzden süper kahraman gibi hissediyordum. Fakat yaşadığım bazı şeyler var ki bırakın süper kahraman olmayı benim süper salak biri olduğumu kanıtlıyordu.
Rutin kontrol için hastaneye gitmiştik. Leyla’nın gelişimi normal seyrinde devam ediyordu. Hatta artık süt haricinde bazı gıdalara geçebilirdik. Bazı gıdalar dediğimizde nişasta lapası, yoğurt gibi şeyler. Leyla bir süre daha ağız tadıyla Ali Nazik yiyemeyecekti.
Doktor her gidişimizde “x. ayda sizi neler bekler” konulu bir kompozisyon veriyordu. Bu komposizyonlarda hem bebeğinizin artık neyi yapıp yapamayacağı (Başını dik tutabilir, ayağa kalkabilir, 20. mertebeden diferansiyel, denklemleri çözebilir vs…) ve sizi hangi tehlikelerin beklediği (korunaksız yerlerden yuvarlanıp düşebilir, kafasını kovaya sokabilir, yayımlanmamış bir kitabın kopyalarını imha edebilir vs…) yazıyordu.
Bu ayki kompozisyonda büyük harflerle şu yazıyordu:
“LÜTFEN ÇOCUĞUNUZUN KUVVETİNİ KÜÇÜMSEMEYİN”
“Bu tatlı şeyin mi? Ne yapabilir ki?” diye düşünüyorsunuz haklı olarak. Sonra sizi bilek güreşinde yendiğinde anlıyorsunuz…
Bebeklerin inanılmaz bir kuvveti var. Kendilerini çekebiliyor, itebiliyor, bir şeyi sıkı kavradığı zaman bırakmayabiliyorlar. Bütün bunların sebep olabileceği kazaları azaltmak için emniyetinizi sağlama alın önerisini veriyorlar.
Bebeklerin anne ve babaları için puset adı verilen şeyler icat edilmiş. Puset bebeğin oturabileceği ya da yatabileceği, dört ya da modeline göre üç tekerlekli (kesinlikle iki tekerlekli değil), EMNİYET KEMERİ OLAN, küçük arabalar. Arabaya bebeğinizi oturtup bebeğinizle gezebiliyor, bebeğinizi taşımaktan yorulmuyor, mağaza vitrinlerinde kaybolabiliyorsunuz. Bundan bir tane de bizde vardı.
Doktordan çıktığımızda öğlen olmuştu ve hava sıcaktı. Leyla’nın uyku vakti gelmişti. Bir kafeye oturmaktansa arkadaşım Attila’ya gitmeye karar verdim. Ati 7 ay süren motosiklet gezisinden yeni dönmüş, İran, Pakistan, Nepal, Hindistan rotasında yaşadığı güzel şeylerden sonra tekrar gelip iş aramaya koyulmuştu, bir yandan da Türkiye’ye alışmaya çalışıyordu. Yani evdeydi. Evlerinin altına geldiğimde arabayı yukarı taşımam için aşağıya gelmesini söyledim. Yaklaşık iki dakika sonra ayağında şıpıdık terlik (parmak arası), ilginç renklere (misal Van Dyke sarısı) sahip bir bermuda şort ve üzerinde önü açık pespaye bir gömlek olan bir adam indi merdivenlerden.
Selamlaşmadan sonra Ati öne geçti, ben de arkadan arabayı taşımaya başladım. Ati önde merdivenleri çıktığı için pusetin önü havaya kalktı…
Siz hiç gözleriyle konuşabilen insan gördünüz mü? Bu yeteneğe sahip insanların birçoğu oyuncu olur bilirsiniz. Ama 3 aylık bir bebekten bunu beklemek neredeyse anlamsızdır.
Leyla’nın oturduğu yerden kayıp bana doğru yaklaştığını gördüm ve gözleriyle konuşuyordu. Şöyle dedi:
“Salak baba! Düşüyorum!”
Leyla’yı tutamadan oturduğu yerden kayıp merdivenlere doğru düşmeye başladı. Yaklaşık bir metrelik mesafeden merdivene düştü. Sol kulağının üstünü, “şakak” diye tabir edilen yerini merdivenin köşesine çarptığını gördüm. Şu an anlatırken bile salise salise gözümün önünde olan sahne buydu ve sona ermemişti. Mantık olarak kendini asla savunamayacak olan bebeğim merdivenlerden yuvarlanacaktı. Leyla ilk düşüşten sonra devam edecekti ki tek elimde bir hamle yapıp onu havada yakaladım. Ati arabayı kendi hakimiyetine almıştı bile. Hemen Leyla’yı kucağıma aldım ve kafasına baktım, alelacele apartmandan çıktık. Bir Leyla’ya bir birbirimize bakıyorduk.    
“Ne yapacağız?” dedi Ati
“Ne demek ne yapacağız? Hastaneye koşacağız.” dedim.
Leyla doğduğu andan beri ilk defa bu kadar acı içinde ağlıyordu. Bir elimde Leyla bir elimde cep telefonu sokaklarda koşturmaya başladık. Telefonla doktorunu aradım.
 “Merhaba ben biraz önce yanınızdan çıkmıştım, sizin dikkatli olun uyarılarınıza rağmen pusetin emniyet kemerini bağlamadığım için Leyla’yı merdivenlere düşürdüm.”
“Öncelikle sakin olun ve ağlamayın Borga Bey” dedi doktor. Ağladığımı o an fark ettim.
“Nasıl düştü? Çok mu yüksekten düştü?” diye sordu doktor.
“Hayır, o kadar yüksek değil, yaklaşık 1 metre” diye cevap verdim.
“Peki, kafası kanıyor mu?” diye sorularına devam etti.
“Hayır, şişti ve morardı.”
“Ha bu iyi bir şey.”
“Bu iyi bir şey” mi? Kardeşim bebek kafasının üzerine düştü, bana son iki dakikadır yaşadığım herhangi iyi bir şey söyleyin. Ülkeye demokrasi gelse umurumda olmaz o an.
“Nasıl iyi?”
“Demek ki çok kötü çarpmamış. Bakın Borga Bey, sakin olun, gelmenize gerek yok. Leyla’yı bir süre uyanık tutun, sürekli gözlemleyin, aşırı kusması olursa o zaman getirin.”
 “Hayır, ben yoldayım beş dakikaya oradayım.”
“Peki, siz bilirsiniz.”
Telefonu kapattıktan sonra aklıma gelmişti. Leyla’ya bir miktar süt içirmeye çalıştım. Biraz olsun rahatlamış, şiddetli ağlaması bir nebze olsun yavaşlamıştı.
Hastaneye ulaştığımızda Ati’yi bekleme odasında bırakıp doktorun odasına koşturdum. Doktoru Leyla’yı yatırıp el, kol, ayak, bacak ve kafasını şöyle bir elledi ve
“Buyurun bir şeyi yok.” dedi.
Ve bunun için 10 sene okul okudunuz ha?
Leyla’nın bu duruma düşmesinin tek sebebi ben olduğum için ortalığa saldırıp birilerini daha kendi durumuma düşürmek istiyordum ama doktor o kadar haklıydı ki…
“Bebeklerin de tıpkı bizim ki gibi kafatasları var ve tahmin ettiğinizden daha sertler. Bu tarz düşmelerde görevlerini gayet iyi yapıyorlar. Siz gene de şiddetli bir şekilde kusarsa lütfen hemen getirin, ama bence Leyla’nın durumu gayet iyi.” demişti.
Biraz olsun rahatladım. Leyla susmuş hatta uyumuştu, biz de bekleme odasında biraz dinlenmeye karar verdik. Ati sordukça olayı hatırladım. Hastaneden çıktıktan sonra Leyla’ya süt içirmeye çalışıyordum. Pusetinde çok rahat olmadığı için emniyet kemerini açıp onu biraz daha yatay duruma getirmiştim daha sonra emniyet kemerini bağlamayı unutmuştum.
Ati “Allahın salağı” diye bağırarak kafama vurduğunda kendime geldim. Özel bir hastanenin pediatri polikliniğinde muayene sırası bekleyen bir grup kadın dehşet içinde, gözlerindeki yaşları sile sile bebeğini nasıl düşürdüğünü anlatan bir babaya ve yukarıda tarif ettiğim gibi kıyafeti olan ve yanındaki adamın kafasına vuran devasa adama bakıyorlardı.
Bunun üzerine eve gidip yoğurt yapmaya karar verdim…  

Masum Bebek Babasının Oyuncağıdır

Ben 10 yaşındayken babamın tayini Antalya’ya çıkmıştı. Bu da ilkokulun son sınıfını Antalya’da okuyacağım anlamına geliyordu. Bir hafta kadar sonra okula, öğretmenime ve arkadaşlarıma alışmış, ortalıkta “Ben sizi sevmiyorum” diye bağırmaktan vazgeçmiştim. Bunda ağzıma ağzıma yediğim cetvel darbelerinin de etkisi vardı tabi. Okula alıştığımı gören sevgili öğretmenim bir gün bana “Yarın Andımız’ı sen oku Borga” dedi. Bu şerefli görev bana verildiği için çok mutluydum. Hayır değildim. Kesinlikle mutlu değildim. Andımız o zaman da mantık olarak bana tersti.  10 yaşındaki çocuğun nesine güvenmiyorsun da her sabah yemin ettiriyorsun?
http://babalarabalon.biz/wp-includes/js/tinymce/plugins/wordpress/img/trans.gif
Bu soruyla uyandım o sabah. Anneme pek bir şey belli etmiyordum çünkü görümceler, eltiler takımını toplayıp gelmesini istemiyordum okula. “Kızlar koşun bizim oğlan sahne alacak.” Giyinmek üzere kahvaltı masasından kalktım.  Annem odamda kıyafetlerimi hazırlıyordu. Önlük, zaten default gelen bir aksesuar, hazırdı. Fakat onun altına giyilecek şeyi bulmak gerekirdi. Anneme altıma ne giyeceğimi sorduğumda eliyle bana bir “şey” uzattı. Sizi fazla zorlamak istemiyorum ama lütfen gözlerinizi bir an kapatıp gördüğünüz en çirkin pantolonu hayal edin. İşte o pantolonu benim pantolonum yanına koyduğunuzda, size çirkin gelen pantolon hoşunuza gidebilirdi. Annem elinde KENDİ ÖRDÜĞÜ yeşil bir TAYT tutuyordu.
Örgü, yeşil, tayt kelimelerinin bir arada kullanıldığı başka bir cümle bulana 2 maaşımı vereceğim.
O gün, çakma Peter Pan kılığında Andımız’ı okumaya çıkıp, okuyamadığımda ve müdürden enseme tokadı yiyerek yerime yollandığımda ne kadar utandıysam, Leyla’yı kötü emellerime alet ettiğim ilk seferi de anlattığım için de o kadar utanıyorum.
Başlıyoruz.
Leyla 3 aylıktı ve artık evde yalnızdım. 3 aylık bebekler artık bazı duygularını gösterebiliyorlar. Gülüyorlar, yalnız kalmaktan hoşlanmıyorlar, bir şeyi belli bir süre vermezseniz kızıp ağlayabiliyorlar. Evet, bunu denemek için bir süre biberonu gösterip vermedim.
Bu durum onunla daha fazla ilgilenmemi sağlıyordu. Onunla oynayabileceğim çeşitli oyunlar keşfedip oyalanabiliyordum, fakat takdir edersiniz ki Leyla kolay sıkılıyordu. Sonra o garip yüz ifadesini takınıyordu, ardından ben altını değiştiriyordum. Günler kolay geçmiyordu yani anlayacağınız. Tam bu anlarda iki yakın arkadaşım imdadıma koştu. Tamer ve Tuncay bağımsız çalışan insanlardı ve çalışmadıkları zaman bana geliyorlardı. Programımız genelde 09:00 kahvaltı, Leyla ile oyunlar, sohbet, Leyla uyurken temizlik ve yemek daha sonra da dışarı çıkmak şeklinde oluyordu. Dışarı çıkarken Leyla’yı da yanımıza almayı ihmal etmiyorduk.
Mekanımız genelde kalabalık İstiklal Caddesi’ydi. İstiklal’i baştan sona yürüyor, Tünel tarafında bir şeyler içiyor daha sonra da eve geri dönüyorduk. İkinci ya da üçüncü çıkışımızda ilginç bir şey keşfettik. Kadınlar bize bakıyordu. Sanırım bebek kadınlar üzerinde farklı bir etki yaratıyor. Kadınların bize bakması bizim üzerimizde de farklı bir etki yaratıyordu. Egomuz yükselmiş bir biçimde koltuklarımızın altında karpuz taşırmışçasına yürüyorduk. Kadınlar gelip Leyla’yı seviyor, bize çeşitli sorular soruyor, yaşı biraz geçkin olanlar bize tavsiyeler veriyordu. Kadınların bizlerle ilgilenmesi hoşumuza gidiyordu. Aramızda evli olan Tamer kısa bir süre sonra “Sanırım ben de bebek istiyorum.” demeye başlamıştı.
Artık dışarı çıkmak çok daha zevkli hale gelmişti. Resmen kadınlarla flört ediyorduk. Başımıza sık gelen bir şey olmadığı için bu bizi çok heyecanlandırıyordu.
Yine Tünel’e kadar yürümüş ve bir yerlerde oturmaya karar vermiştik. Bir yandan Leyla’ya sütünü verecektik bir yandan biz de birer kahve içecektik. Kahvelerimizi içip bir Leyla ile ilgilenirken yan masadaki iki kadın dikkatimizi çekti. Bizi gösterip konuşuyorlardı aralarında. Herhangi bir yerde kadınların bizi gösterip hakkımızda konuşmaları en son bizim bebekliğimizde olmuştu sanırım. Heyecanlanmıştık elbette.
“Sanırım kadınlar bizden çok daha sevgi dolu, vicdanlı yaratıklar” dedi Tuncay.
“Ne alakası var? Tamamen bebekli erkeklerin daha masum olduğunu düşünüyorlar.” dedi Tamer.
“Her ne olursa olsun bebekli bir erkeğin çekici olduğu gerçeği değişmeyecek beyler.” dedim. Bu arada kadınlar masalarından kalkıp yanımıza yaklaştılar. Tuncay bayıldı.
Kadınlar masamıza gelip “Ay çok tatlı” nidalarıyla Leyla’yı sevmeye başladılar. Yaklaşık otuz saniye sonra kadınların bizimle diyaloga gireceğinden emindim. Ben aşağıdan Tamer’in bacağına vurmaya başladım. Tamer bana dönünce “Bak şimdi.” anlamında gözümü kıptım.
On beş saniye gecikmeyle kadınlardan biri bir Leyla’ya bir de bize baktı.
“Eeee… Babası sizsiniz.” dedi beni göstererek.
“Evet” dedim, “O kadar benziyor muyuz?”
“Ay aynı dudaklar, aynı burun.” dedi kadın.
“Ona çok tatlı dediğinize göre bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum.” dedim
Kadın Leyla’yı sevmeye geri dönmüştü, hatta Leyla’yı pusetinden kaldırıp kucağına aldı ve bizim masamıza oturdu. Demek ki muhabbet sürecekti. Tam o an Deccal geldi…
“Annesi nerede?” diye sordu kız
“Annesini kaybettik.” dedim.
Tuncay ve Tamer’in gözleri hiç olmadığı, olamayacağı kadar büyüktü. İkisi de gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı.
“Ayyy!” diye haykırdı kadın “Çok üzüldüm, başınız sağ olsun.”
“Sizler sağ olun” dedim
“Çok özür dilerim, yaranızı deştim.” diye devam etti.
“Yok, artık geçti acısı, unutmaya çalışıyorum, malum Leyla gibi bir sorumluluğum var.”
“Çok zor oluyor değil mi?” diye sordu kadın.
“Arkadaşlarım var, onlar yardım ediyorlar sağ olsunlar.” dedim.
Tuncay ve Tamer’in dudakları kıpırdıyordu. Açıkça küfür edemiyorlardı bana.
“Ama annesiz bir çocuk çok zor tabi.” diyerek bir adım attım. Beklenen karşılık hemen geldi.
“Ay tabi ki, tahmin edebiliyorum. Tekrar evlenecek misiniz peki?”
“Pedagoglar, eğer istiyorsam, Leyla daha fazla büyümeden bu işi yapmam gerektiğini söylediler.” diyerek yalanımı bilimsel temellere dayandırdım.
“E siz ne yapacaksınız peki. Var mı bir aday?”
Kadına o an evlenme teklif etsem direkt “Hayır” yanıtını almazdım herhalde. En azından düşünürdü.
Bir müddet daha bu konuşmayı sürdürdükten sonra özür dileyerek kadına şaka yaptığımızı anlattık. Kadın biraz kızmakla birlikte kendisi de olaya güldü. Hatta kameralar nerede gibilerinden gereksiz espriler yaptı.
Akşamüstü eve gittiğimizde hala muhabbeti hatırlayıp gülüyorduk. Tamer’in karısı ve Leyla’nın annesi de bize katıldıklarında olayı anlattık. Onlar da güldü, fakat bizim ne kadar ahlaksız yaratıklar olduğumuzu da söylemeden geçemediler. Misafirlerimiz gittikten sonra ben bir daha Leyla’yı dışarı çıkaramayacağımı öğrendim…
Tabi ki çıkarabilecektim Leyla’yı ama çok dikkatli olmak kaydıyla. Çünkü ertesi gün pusetlerdeki emniyet kemerinin ne kadar önemli olduğunu çok acı bir deneyimle öğrendim…
Not: Bu anımın biraz değiştirilmiş halini senaryo olarak yazmıştım. Bu senaryo Kanal D’de yayınlanan “Haneler” adlı dizi ile ekranlara yansımıştı. Sonra çaldın çırptın demeyin lütfen.

23 Mart 2011 Çarşamba

Yalnız Başımayım

“Hayır” dedim kesin bir dille. Yapamazdım, aldığım onca terapinin, Phuket adasına taşınmamın ve bu coğrafi güzellik sayesinde kendi halinde bir hayat kurmamın, o günleri geride bırakmamın tatlı mutluluğunu bir anda elimin tersiyle itemezdim. Çok acı çekmiştim, çektiğim acıların birazını bile anlamayacak olan adamlardan biri karşımdaydı şimdi. Yalnızlığımdan değil, bu güzel adanın yerlilerinden öğrendiğim saygıdan mütevellit onu barınağıma kabul etmiş ve kendi rekoltemden yeşil çay demlemiştim. Şimdi benim bu sade hayatıma girmiş olan şehirli genç beni bir kez daha göreve çağırıyordu. Hayır, benim geride bıraktıklarım umurunda bile değildi. Iphone 4’ü bir tek ben kırabilirmişim. “İki ay daha bekleyin, gelir Türkiye’ye” diyemedim. Onunla yürümeye başladım, Phuket adasından Eminönü’ne doğru.
İşten ayrılma kararını verdikten sonra beni ne arayan ne de soran olmuştu. “Geri gel Borga sana çok ihtiyacımız var, müşteriler çılgın gibi seni arıyor, senin yazdığın metinleri döndürüp döndürüp kullanıyoruz.” demedi kimse. Oysa çekmecemde eskizlerimi bırakmıştım gelecek nesiller onlardan yararlansın diye ama ben kalktıktan sonra masamı direkt yakmışlar.
Beni aramıyorlardı ama bir iş yerinin aradığı bir şahıs vardı, o da kendisini kapıdan uğurlarken kucağımda tuttuğum bebeğin annesiydi. Leyla 3 aylık olmuştu ve ben ilk bakıcılık deneyimime başlıyordum…

20 Mart 2011 Pazar

Asi Leyla

Uyandığımda donduğumu hissettim. Alaska'daki üçüncü gecemizdi. Metallica grubunun elemanları fokları dövdüğünden bu yana PETA olarak buradaydık. Eylemlerimizi Alaska'dan başlatıp Metallica'nın evinin önüne gidecektik. Yolda da Alaska’daki balık fabrikalarının önünde eylem yapacaktık fakat bunu yapacak enerjiyi bulabilecek miydim? Belki de geçen akşam foklarla uyuyacağım diye tutturmayacaktım. -40 C° kadar dayanıklı uyku tulumumun içinde biraz daha büzüştüm. Kenya'daki gergedan yürüyüşünde tanıştığım İngiliz aktivist ocakta çay yapıyordu. Hafifçe doğrulup ona doğru şöyle dedim: "Çay demlemeyi bile bilmiyorsunuz, sallama çay içilir mi hiç?" Bana karşılık verdi; "Sabahtan beri titriyorsun, kötü de olsa bunu iç için ısınır. Kıtlama mı içeceksin?"
Evet, donuyordum ama uyku tulumunun içinde değildim, yorganın altında titriyordum. Çok iyi bildiğim, vücudumun bana "Sen hastasın" deme biçimini hemen tanıdım. Yataktan kalkıp Leyla'nın yanına gittim. Mışıl mışıl uyuyordu. Üstünü örtüp ilaç dolabına gittim. Bilinçsiz ilaç kullanımının sürdüğü her ev gibi bizim evimizde de kocaman bir kutu vardı. Genelde ayakkabı kutusundan bozma olan bu kutuda tarihi geçmiş şuruplar, bir kere kullanılmış ishal ilaçları, yarım kullanılmış antibiyotikler, birbirinin muadili olan yüzlerce grip ilacı, MR cihazı ve ne alaka olduğunu hiç anlamadığım bir dikiş seti vardı. Dikiş seti kendimi Rambo gibi hissetme olasılığıma karşı konmuş olmalıydı.

Önce kendime reçete yazdım, daha sonra da hemen ecza kutumuza uğrayıp ilaçlarımı aldım. Sabah daha iyi hissedeceğime emindim.
Sabah Leyla’nın ağlaması ile uyandığımda bırakın daha iyi olmayı yataktan kalkabilecek durumum bile yoktu. İzzet Altınmeşe ile Yıldız Tilbe’nin ses tellerinin örülmesiyle oluşturulmuş bir tel yumağı benim boğazıma konuşmuştu. O sesle sevgilime “Ben çok hastayım lütfen kalk” diye seslendim. O da bana Hasan Mutlucan Gülben Ergen karışımı sesiyle yanıt verdi; “Ben de hastayım.”
Anne ve babanın aynı anda hasta olması halinde bebeğe kimin bakacağı sözleşmede yer almıyordu. İkimizde birbirimize destek olarak kalktık. Leyla açtı ve ağlıyordu. Süt içmesi gerekliydi. Annesi ona memesini verirken tereddütle bana baktı. Hemen telefona koşturdum. Leyla’nın doktorunu arayıp hasta olduğumuzu, sütten hastalığın Leyla’ya bulaşıp bulaşmayacağını sordum.
Doktor genel yanılgının aksine grip gibi hastalıkların sütten geçmeyeceğini ama evde mutlaka maskeyle gezmemiz gerektiğini ve hatta gece odasını ayırmamız gerektiğini söyledi. Maskeyle gezmek.
Hasta bir ebeveyn olarak kucağımızda bebekle hastaneye gidip muayene olduk. Daha doğrusu sevgilim muayene oldu… Aynı ilaçlardan ben de kullanırsam iyileşecektim. Aynı hastalık ne de olsa. Bu mantıkla hareket ederek Avrupa Birliği’ne üye olacağımıza neredeyse emin gibiyim.
Eczaneye uğrayıp ilaçlarımızı aldık. Bolca maske almayı da ihmal etmedik. Artık maskeyle geziyorduk evde. Alışık olmadığı halde maskeyle gezen normal bir insanın kendisini şarbon virüsünden korunmaya çalışan Japon gibi hissetmesi ve moralinin bozulması gerekirken ben kendimi başarılı bir ameliyattan yeni çıkmış operatör doktor edasında hissediyordum. Hatta rolüme kendimi o kadar kaptırmıştım ki, bir ara Leyla’nın altını değiştirirken bezini açıp kakalı bezi almış, Leyla’yı yıkamış, sonra tekrar bez değiştirme masasına koyup “Hastayı kapatın” deyivermişim.
O gece Leyla ilk defa kendi odasında yatmıştı. Biz hem hastalığın hem de ilaçların etkisiyle gece Leyla’nın sesini duyamayacağımızdan korkmuştuk ama o bebek telsizleri işlerini gayet iyi yapıyorlar. Leyla gece iki defa kalktı, aynı rutinini tekrarlayıp, yani sütünü içip, gazını çıkarıp, omzuma apoletleri yerleştirip geri yattı.
Sabah kalktığımda maskemi takıp ortalıkta konsültasyon yapmak için hekim arkadaş arayadurayım ilaçlar yavaştan işe yaramıştı. Kendimi daha iyi hissediyordum. Bu yüzden kendimi Leyla’yla oynamaya adadım.
Oyuncak olarak oynayabilecekleriniz kısıtlı. Mesela bizim ipin ucunda sallanan bir tavşanımız vardı. Aslında kendisi içinde taşıdığı boncuklar sayesinde ses çıkarabiliyordu ama ben o boncuklara ufak bir ameliyat yardımıyla ulaşıp onları almıştım. Bebek sahibi olduğunuzda öğreneceğiniz bir şey de ses çıkaran oyuncakların ses çıkarmasını engellemek için çeşitli bilgilere sahip olmak olacaktır. Mesela ben bir dinozorun viyaklamasını kapatabilmek için hatırı sayılır düzeyde elektronik bilgisi edindim.
Küçük bebekler çok sevimli olabiliyorlar. Özellikle bebek sizin bebeğiniz ise daha tatlı oluyor. Sürekli onu öpüp koklamak istiyorsunuz. Leyla salladığım tavşanı yakaladıkça ve ağzına götürmeye çalıştıkça “Aferin benim kızıma” diye onu öpüyordum. Annesi “Öpme hastalık geçebilir” dediğinde ona hak veriyordum ama iki dakika sonra şirin şeyi tekrar öpmek istiyordum.
Beklenen sonuç filizlendi ve Leyla o günün akşamında ateşlendi. Küçük çocuklar ateşlendiğinde siz daha çok ateşleniyorsunuz. Hele ki hastalığa kendinizin sebep olduğunu bildiğinizde çok daha kötü hissediyorsunuz. Hemen Leyla’yı alıp hastaneye götürdük. Ateşini evde ölçmüştük; 39 C°. Yolda hastaneye telefon açıp acil servisi, ameliyathaneyi falan hazırlatmak istedim. Onlar da “Endişelenecek bir şey yok beyefendi” karşılığını verdiler. Nasıl yani, benim bebeğim ateşli bir şekilde hastaneye geliyor ve kapıda doktorlar nasıl beklemez.
Acil servisin kapısından içeri girdiğimde bir hemşire bizi odaya aldı ve Leyla’yı kucağımdan aldı. “Ay sen ne şeker şeysin öyle” diyerek Leyla’yı seviyordu.
-“Hemşire hanım, biz uzun süredir bu iltifatları kendisine yapıyoruz ama cevap vermiyor. Siz hastalık hakkında bir şey yapacak mısınız?” diyerek kendisini işini yapmaya teşvik ettim.
-“Meraklanmayın beyefendi. Doktorumuza haber verdik, yukarıdan iniyor” dedi.
Hemşire Leyla’nın ateşini, kilosunu, boyunu ölçtü, diğer bilgilerini aldı bunları bir kağıda yazdı ve gitti. Acildeki odada bir sürü cihaz vardı. Bunları neresine bağlayacaklar diye düşünüyordum. Bebeğim hastaydı ve ne olacağını bilmiyordum. Buna ben sebep olmuştum ve sosyal hizmetler bu sefer bebeği benden alacaklardı. 400 m. uzakta durabilecektim Leyla’dan.
Doktor geldi, dosyasına baktı, bizimle bir şeyler konuştu. Gerekli muayeneyi yaptı, laboratuar isteklerini yazdı. Sadece kan ve idrar testi istiyordu. Ne yani, tomografi, FMRi, başka servislerden doktor yardımı olmayacak mıydı? Hayır, basit bir grip olduğundan şüpheleniyordu. Sadece daha başka bir enfeksiyon olup olmadığını anlamak için garanti olması açısından kan ve idrar testi istiyordu.
Laboratuara gittik. Bebeklerden idrar alma yöntemleri çok başarılıydı. Leyla’nın vajinasına bir kese yapıştırdılar. Elinizde bardakla bebeğin başında bekleyemeyeceğinize göre en sağlıklı yöntem bu olmalıydı. Fakat bu kese çıkıp gidiyor bilginize. Şöyle söyleyeyim; Leyla şu anda 3 yaşını geçti ve defalarca hastalandı, geçen hafta ilk defa Leyla’nın idrarını verebildik.
Kan alma ise bebekten daha fazla sizin canınızı yakıyor. Küçücük bir bebeğin eline iğne batırıyorlar. Bebeklerin hisleri biraz yavaş olduğundan iğne yapıldıktan 15 saniye sonra ağlamaya başlıyorlar, siz ise 15 saniye sonra bir defa daha ağlıyorsunuz.
Test sonuçları iki saat sonra çıkacaktı. Bu süreye kadar eve gidip ilaçları kullanmaya başlayacaktık. Eğer sonuçlardan istenmeyen bir şey çıkarsa yeni ilaçlar verilecekti.
İlaçları almak için nöbetçi eczaneye girdiğimde bizim reçetemizin aynısına sahip 8 kişi gördüm. Bebekler hastalanırlar.
Leyla’nın hastalığı kolayca iyileşti, anne sütünün de sayesinde bir gün sonra önce ateşi daha sonra da burun akıntısı bitti. Baki kalan bir tek şey oldu. Doktor, hastalığın tekrar bize bulaşmasını engellemek için Leyla’nın başka oda da kalmasına devam etmesini istemişti. Hastalık bittiğinde doktorumuzu arayıp odaları birleştirebilir miyiz tekrar diye sorduk. Doktor buna gerek olmadığını onunla ya da bizimle ilgili bir sorun yoksa odasında kalabileceğini söyledi. Leyla sadece 2 aylıkken kendi odasına taşınmıştı. Bu şimdi ayrı eve de çıkmak ister. Asi şey  ne olacak.