17 Ekim 2011 Pazartesi

Kutlama

Daha ben küçük bir çocukken annemle yaptığımız anlaşma şöyleydi. Ben canımın istediği gibi davranabilecektim, yaramazlık yapabilecek, istediğim zaman yemek yiyip istediğim zaman yemeyecektim (çoğunlukla yemeyecektim)… bunun karşılığında Allah bana benim yarım kadar yaramazlıkta bir çocuk verecekti. Söylenecek bir şey yok…

8 yaşımdayken bu bedduayı aldığımda 20 sene sonrasını düşüneceğimi zannetmiyorsunuz herhalde. Yapabileceğim şeylerin sınırı yoktu. Geceleri geç saatlere kadar sokakta kalabilirdim, okuduğum okulun tuvaletine torpil atabilirdim, balkondan aşağıya tükürebilirdim ve hatta sayısız uçak atabilirdim… ama en önemlisi istediğim kadar sinemaya gidebilirdim.

31 Temmuz 2011 Pazar

Gerilme Dönemi

Bir insanın en temel isteği yaşamaktır. Kelime anlamıyla incelediğimiz zaman vücudumuz acıkır, susar, barınma isteği duyarız. Geçirdiğimiz evrim sebebiyle dünyanın hemen her coğrafyasında yaşayabilen yaratıklar olarak “Yaşayabilmek” için farklı şeyler yaparız.

Bir de “Yaşamak” isteği vardır. Hayatı doyasıya yaşamak... Cümle içinde kullanarak örneklendirmek gerekirse; “Takıl bana hayatını yaşa”
Genelde bu cümleyi kullanarak sizi yanına isteyen şahıslar bir süre sonra sizin yanınızdan ayrılırlar, en azından açık görüş günlerinde sizi ziyaret edebilirler ama her insanın doyasıya yaşamak istediği bir hayat vardır ve Theodor Adorno isimli ecnebi düşünürün ağızlara pelesenk olmuş söz öbeğini hatırlatmak gerekirse “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.”

21 Temmuz 2011 Perşembe

Bebek Dili ve Edebiyatı'na Giriş I

Bir filolog ya da etimolog olmadığım için bir dilin nasıl doğduğu konusunda kendimi dahi tatmin edici bir bilgiye sahip değilim. Nice yiğit filozofun da bu uğurda kız arkadaşlarından ayrılmak zorunda olduğunu biliyorum; yani durum biraz vahim. Türkçenin (ya da herhangi bir dilin) nasıl doğduğu konusunda “Doğru” diyebileceğimiz bir bilgi yok elimizde. Kelimelerin kökenine inip nereden geldiklerini öğrendiğimizde ise “Hımmm ne denli ilginçmiş!” diyerek dost meclislerinde kendimizi öne çıkaracak bilgiler arasına ekliyoruz, ama yine bize dilin nasıl doğduğu konusunda bir bilgi vermiyor.

Ama eğer bir dilin nasıl doğmayacağı konusunda bir gözlem yapmak isterseniz bir çocuk yapın ve onunla konuşmamayı tercih edin… konuşmamak ve onun konuşmasına izin vermemek bir dilin doğuşunu engelliyor.

27 Mayıs 2011 Cuma

İnsanlar Konuşa Konuşa -II-

Previously on Babalara Balon (kafiyeli de oluyor)
Kızımın ilk defa “Baba” dediğini telefonda öğrenen bendeniz koşarak eve gitmiş ve Attila’nın kucağında, ona “Baba” diyen kızımla karşılaşmıştım…
Yol boyunca düşündüğüm bir tek şey vardı; bir insan size “Baba” diyordu. Bunu gerçekleştirebilmenin iki yolu var: Yasadışı bir insan olup belirli kesimlere yardım edersiniz ve bu kesimler size “Baba” diye hitap ederler. Ülkemizde de diğer ülkelerde de bunun birçok örneği mevcut. Ben şiddet başta olmak üzere yasadışı birçok kavrama karşı olduğumdan bu yöntemle baba olmayı tercih etmemiştim. Bunun yerine size “Baba” diyecek bir insanı dünyaya getirmek daha güzel. Hem onunla eğlenebiliyorsunuz.
Fakat eve girdiğimde gördüğüm manzara beni ziyadesiyle üzmüştü. Bebeğim, bambaşka bir adamın kucağında ona “Baba” demekteydi. Bir kere de değil. Defalarca tekrarlıyordu. İlk etapta verdiğim tepkiyi anlattığımda insanın ne kadar ego sahibi bir canlı olduğunu hemen anlayacaksınız.
Leyla’yı Attila’nın kucağından almadan bekledim. Suratıma takındığım ifadeden Leyla’yı izleyip keyif aldığım anlaşılabilirdi. Aslında küsmüştüm.
Yaptığım hareketin saçmalığını anladığımdan değil ama Leyla’yı özlediğim için onu kucağıma aldım. Gözlüğüme saldıran Leyla bana “Ba-ba” dedi.
Tamam, işte her şey yavaş yavaş düzeliyordu. Kibar bir dille Attila’yı evden yollayıp Leyla’ya biraz dilbilgisi öğretmeye karar verdim.
“Ben baba.” diye Leyla’ya patronun kim olduğunu göstermeye çalışıyordum. O an anladım ki Leyla “Baba” demiyordu. Sanırım çıkarabildiği bu sesin tepki gördüğünü anlamış olmalı her şeye “Ba-Ba” diye seslenmeye başlamıştı.
Hipopotam: Baba
Gözlük: Baba
Televizyon: Baba
Biberon: Baba
Ben: Baba
“Hayır, ben baba.” diyerek Leyla’nın karşısında adeta çırpınıyordum. Bu tepkilerime cevabı ise gülerek “Ba-ba” demek oldu.
Birkaç gün boyunca eve gelen herkese, kadın, erkek çoluk, çocuk istisnasız “Baba” demeye başladı Leyla. Onu dışarı çıkardığımda sokakta gördüklerine, onu sevmek için eğilenlere “Baba” diyordu. Artık vazgeçmiştim. Demek ki Leyla ilk kelime olarak “Baba” demeyi tercih etmişti ben de bunu kabullenmiştim. Yalnız bir gün Recep İvedik posterine “Baba” demesi bardağı taşıran son damla olmuştu. Kararımı vermiştim, baba olduğumu ona bir şekilde gösterecektim.
Birçok güfteye “Baba” konulu şarkılar yazmaya başladım. Şimdi lütfen “Fış Fış Kayıkçı” şarkısının güftesiyle aşağıdaki sözleri okuyunuz.
Ben senin babanım
Demezsen darılırım
Akşam eve gelince
Yastığını çalarım…
Aslında şarkıyla sürekli “Baba” konusunu işlemem bir zamanların hit şarkısı “Ben Sizin Babanızım” şarkısı ile başlamıştı. Evde sürekli bu şarkıyı söyleyerek bu işe kolları sıvamıştım ama bu ulvi görev için yapılacak olsa bile şarkının saçmalığı ile Leyla’yı daha fazla üzmeyip çeşitli şarkıların sözlerini değiştirmeye karar vermiştim.
Bu yaptığım yeni nesil müziğe de “Protez Müzik” adını vermiştim. Şarkının sözlerini ampütasyon ile çıkarıp kendi sözlerimi yazıyordum. Bütün protezler gibi sakil duruyordu elbette ama Leyla’nın bana “Baba” demesi gerekiyordu.
Bütün bu süreci şahsi şova döküp konsepte tamamen işkence havası vermiş olmam bazı arkadaşlarımı rahatsız etmişti. Bana yazdığım şarkıların ne kadar kötü olduğunu anlatmaya çalıştılar. Oysa ben Pink Floyd’un Money isimli şarkısının bu halini de sevmiştim. Ayrıca sürekli suratına şarkı söylenmesinden Leyla’nın hoşnut olduğunu düşünüyordum.
Yapıcı atılım arkadaşım Tamer’den geldi. Bir gün eve kamerayla gelen Tamer “Haydi sizi çekeyim, söyle bir şarkı bakalım.” dedi.
Seçtiğim şarkı Manowar’dan Heart Of Steel idi. Nakarat kısmına yazdığım
Babayım ben
Bileceksin bunu sen
Her ne olursa
Yanındayım her dem
Sözlerini icra etmeye başladım. Tamer büyük bir sevinçle komik durumumuzu kayda alıyordu, şarkı bittikten sonra hemen çantasından kabloları çıkarıp kamerayı televizyona bağlamaya başladı.
Görüntüler akmaya başladığında gururum gözlerimden okunuyordu. Otuz saniye sonra Tamer’in müdahalesi ile görüntü bir anda durdu.
“Duyuyor musun?” diye sordu Tamer
“Neyi? Şarkıyı mı? Duyuyorum?”
“Hayır, şarkıyı söyleyen sesini duyuyor musun?”
“Duyuyorum. Ne var ki sesimde?”
“Borga farkında değil misin? İşkence gibi bir şey bu!”
Görüntüleri daha dikkatle dinlediğimde ve izlediğimde sesimin dünyadaki birçok şeyden hatta her şeyden daha iğrenç olduğunun farkına vardım. Leyla’nın yüzünde ise mutluluk değil endişe vardı. Leyla açık açık benden korkuyordu.
Leyla’nın oturduğu mama sandalyesinin önüne gittim. Dizlerimin üzerine çöküp ondan özür diledim. Ellerimi kavuşturup onun karşısında defalarca özür diledim.
“Çok özür dilerim babacığım, sana bir daha şarkı söylemeyeceğim.” diyerek onun beni affetmesini istiyordum. Kucağıma alıp dakikalarca onu öptüm…
“Çok üzgünüm babacığım, çok üzgünüm canım kızım, affet beni.”
Leyla tekrar oyuna başlamış, yerlerde emekliyordu… Tamer ise bana yazdığım şarkıların anlamsızlığını ve sesimin ne kadar kötü olduğunu anlatıp tekrar tekrar gülüyordu. Bu esnada Leyla acıkmış olmalı ki ağlamaya başladı. Hemen gidip biberonunu hazırladım. Akşam yemeğine daha çok vardı, Leyla bu esnada biraz süt içebilirdi. Ben biberonu hazırlarken Tamer onu kucağına almıştı. Biberonunu uzattım, acıkan bebeğim bir dikişte sütünü bitirmişti.
Biberonunu ittiren Leyla tekrar ağlamaya başlamıştı. Tamer onu ayaklarının üzerinde kaldırıp neşelendirmeye çalışırken yanlarına oturdum ve Leyla benim hayatımda üçüncü kez baba olduğumu anladığım hareketi yaptı.
Leyla müthiş bir kreşendo ile ağlıyordu. Sesi ve hıçkırıkları giderek yükseliyordu. Tamer onu teselli ederken, kar fırtınası gibi süren kreşendo yavaşladı. Şarkının sonu geliyordu. O an Leyla’nın kollarını bana doğru uzattığını gördüm. Leyla bedenini bana doğru sarkıtıyordu, kreşendo azaldı azaldı ve bir anda tekrar başladı; “Babey!”
Leyla bu dünyadaki herkese ve her şeye  “Baba” diyebilirdi. Onun Babey’i bendim…
Meraklısına not: İşi aldım, yazıyı yazdım. Paramı ödemediler.

20 Mayıs 2011 Cuma

İnsanlar Konuşa Konuşa

İnsanların size nasıl hitap etmelerini istersiniz? Aslında çok utandığım bir gerçeği sizlerle paylaşmaktan çekinmeyeceğim. Ben bir İngiliz unvanı alabilmek için birçok şeyimi feda edebilirim. Bir at için krallığını veren 3. Richard neyse, basit bir “Sir” unvanı alabilmek için çırpınan ben de oyum.

Tabi bugüne kadar Buckingham Sarayı civarında dolaşmışlığım yoktur, adanın herhangi bir yerinden toprak almak gibi bir girişimim de olmadı. Bir albüm çıkartayım milyonları koşturayım ya da spektaküler bir film çekeyim ödüllerle beraber sir unvanını da alayım da demedim.

Açıkçası “Sir” unvanının hayat boyunca ne işe yaradığını ya da yarayacağını bilmiyorum; York dükü olsam kaç metrekare toprak verirler bilmiyorum ama o “Sir” unvanını küçüklüğümden beri fetiş derecesinde istiyordum. Konuyla ilgili en somut adımım bir bankada hesap açtırırken olmuştu. Banka kartımın çıkması için bilgilerimi bir başvuru formuna kaydederken “UNVAN” kısmına gözümü karartıp “Sir” yazmıştım. Formu değerlendiren kişiler “Tıynetsiz” diyerek kale bile almamış olacaklar ki kartım gayet “Borga Engin” ismiyle gelmişti.

Leyla 8 aylıktı… “Sir” unvanını hala alamadığım için üzülmeyi bırakın, beni Galler Prensi ilan etseler görecek gözüm yoktu. Bir yandan hızla hareketlenen Leyla ile ilgilenmek bir yandan da evden çalışarak para kazanmak durumundaydım. Açık konuşmak gerekirse evde çocuk varken ve bu çocukla sadece siz ilgileniyorsanız çalışmanız çok zor. En azından benim için öyleydi.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Tehlike Onun Göbek Adı

Bir evde ölümcül bir silah olarak kullanabileceğiniz kaç eşya vardır? Mutfaktaki bıçakları saymazsak, kimya bilimine bağlılığınızı göz ardı edip deterjanla hardal gazı yapamayacağınızı varsayarsak; elektrik, birkaç sivri alet, kafa travması yaşatacak birkaç ağır ama ergonomik eşya dışında tehlikede değilsinizdir değil mi? Gerçi bir evde bulunması muhtemel Tuna Kiremitçi kitabı yeteri kadar ölümcül olabilir ama hadi onu da göz ardı edelim.
Bebekler söz konusu olduğunda evde eğitimli bir suikastçı olduğunu düşünebilirsiniz. Bir gazete ya da bardakaltlığı ile rahatlıkla kendilerine ya da sizlere zarar verebilirler, kendilerine daha çok. Mesela ben bir keresinde bir televizyon kumandası yardımıyla kör oluyordum.    
Leyla 8 aylık olmuştu. Yani ben 8 aydır evdeydim ve Leyla ile beraberdim. Bebeklerin hızla büyüyor olması sizi kimi zaman geride bırakıyor çünkü. Leyla artık emeklemeye başlamış, ulaşabildiği noktalardaki elleyebileceği her şeyi ellemeye yemin etmişti. İşin kötüsü bu “elleme” hadisesi elini sokamayacağı bir yerde vuku buluyorsa “Dilleme” ya da “Parmaklama” haline dönüşebiliyordu.
Birkaç kez priz karabasanı gördükten sonra evin her tarafında çeşitli önlemler almaya başlıyorsunuz. Bebek ürünleri üreten insanlar bunların hepsini düşünmüşler. Kapı çarpmasını önleyici aparatlar, priz korumaları, sehpa, masa köşelerini daha az tehlikeli hale getiren tamponlar, çekmecelerin açıldıktan sonra kapanmasını engelleyen bir uzay teknolojisi ve daha niceleri.
Örneğin bir sehpanın ölümcül bir silaha dönüşebileceğini biliyor muydunuz? Bebeğiniz büyüyüp sehpaya yaklaşmaya başladığında yapabileceğiniz birkaç şey var; sehpayı kaldırıp atmak, bir marangoz yardımıyla sehpanın köşelerini daha yuvarlak hale getirmek ya da tampon almak. Tampon almayı tercih etmiştim.
Ya da çekmecelere bakalım. Bir bebeğin makarnalarla ne gibi bir işi olabilir. Leyla o çekmeceyi keşfettiği zaman içini açıp çekmecede neler olduğunu ona gösterdim, makarnaları tek tek çıkartıp önüne yığdım. Bir süre sonra oynamaktan vazgeçti. Sonra tekrar çekmecenin yanına gitti, gene çekmece muhteviyatını önüne yığdım. Hayır, gene oynamadı. Zaten makarnayla oynanır mı? Çok saçma. Ama neden hala çekmeceye gidiyorsun? İki seçeneğiniz var. Çekmecenin içine, kutu açılınca içinde fırlayan palyaçolara benzer bir düzenek kurabilirsiniz ya da çekmeceler için üretilmiş o özel aparatlardan alırsınız. Leyla’nın ilerleyen yıllardaki psikolojisini düşünerek onu korkutarak büyütmek istemediğim için o özel aparatlardan almıştım.
Şöyle çalışıyor. Bir ucunu çekmeceye bir ucunu çekmecenin yuvasına sabitlediğiniz aparat siz bunu yapar yapmaz aktif oluyor ve dünya dışı yaşamlarla iletişim kuruyor. Bundan sonra çekmeceniz asla açılmıyor, eğer bir gariplik olursa ve çekmeceniz bir anda açılırsa asla kapanmıyor. Aslında her ne kadar gizemli de olsa alet işe yarıyor yani çocuğunuzun parmakları çekmeceye sıkışmıyor. Garip ama çözüme yönelik.
Bütün bunların haricinde “Oyun Havuzu” diye masum bir isimle satılan, içine bebeğinizle beraber bütün oyuncakları koyarak ona hapis hayatı yaşattığınız bazı edevatlar var. Ben F Tipi’ne karşı olduğum için oyun havuzunu tercih etmemiştim.
Diyelim ki bütün önlemlerinizi aldınız, ayağınızı uzatıp televizyon izleme zamanı geldi değil mi? İsterseniz bir detektörle evdeki tehlikeleri tespit edin ve önlem alın, bebekler sizden çok farklı düşünürler…
Uzmanlar bu durumu “Bebek işte! Heh heh!” diye açıklamaya çalışabilirler ama durum çok farklı: Bebeklerin bağlı bulunduğu “Bebek Gelişim Genel Müdürlüğü” diye bir yer var. Siz uyurken gelip bebeklerle iletişime geçiyorlar. Bürokrat oldukları için gayet aksi ve sorun çıkarıcı yaratıklar.
“İyi akşamlar, Leyla Engin değil mi?” diye söze başlar bürokrat.
“Evet benim.”
“Leyla bebek, 8 aylık değişim vaktiniz gelmiş. Biz gelmesek sizin uğrayacağınız yok.”
“Nasıl geleyim ki?”
“Doğru, biz de onun için gelmiştik. Mobil olma vaktiniz gelmiş.”
Yeni açılım böyle başlıyor.
“Ay çok heyecanlandım, nasıl olacak o iş.” der küçük bebek.   
“Valla Leyla Bebek, birkaç seçeneğiniz var. Femurunuz gelişmiş, kaslar olgunlaşmış, direkt yürümeye başlayabilirsiniz.”
“Başka?”
“Bir de emekleme seçeneği var.”
Bu konumda mantıklı bir bebek (mantıklı bebek ne?) emeklemeyi seçmez tabi ki…
“Ayol neden emeklemeyi seçeyim ki, direkt yürür giderim.”
“Aaa! Ama öyle demeyin, emeklemeyi tercih ederseniz size evin görünmeyen yerlerine ulaşma ve oraları dilediğiniz gibi karıştırma gücü vereceğiz.”
“Ne işe yarar ki o?”
“Mesela ebeveyninizin en son evi satın alırken gördüğü ve kanepenin arkasında kalmış elektrik prizine ulaşıp parmağınızı sokabilirsiniz.”
“Tehlikeli değil mi?”  der mantıklı bebek…
“Hayır hayır hayır. Hiçbir tehlikesi yok, ebeveyniniz hemen sizi yakalıyor, asıl eğlence o zaman başlıyor. ‘ay ay ay ay ay’isimli çok komik bir dansa başlıyorlar, sonra tansiyonları düşüyor çok eğleneceksiniz.”
“Tamam, emeklemeyi alayım.”
“ Kaydınızı aldım, yarın başlayabilirisiniz emeklemeye ve karıştırmaya. Bu arada hazır uyanmışken biraz ağlayın babanız da uyansın.”
“Neden?” (mantıklı bebek)
“Aman bir nedeni olması gerekmiyor. Uyansın işte…”
Evde gerekli önlemleri almış olsanız bile gözünüzü üzerinden ayırmadığınız bebeğiniz sahip olduğu süper güçleri kullanmaya başlıyor.  
Öğle yemeği için mutfakta olduğum bir andı. Leyla ayaklarımın altında oyuncaklarıyla oynuyor, tamamen kontrolüm altında tutuluyordu. Ben bir yandan yemek yapıyor, bir yandan Leyla’ya şarkılar söylemeye çalışıyordum. Normal şartlar altında açıldığı zaman benim bacaklarıma değmesi ve açılmaması gereken dolabın nasıl olup da açıldığını hala araştırıyorlar. Sahip olduğu süper güçleri kullanan Leyla dolabın içinden çıkardığı zeytinyağı şişesini yere boşaltarak başlıyor görevine. Benim ayaklarımda terlik olduğu için ıslaklığı hissetmiyorum önce.
Uzun süren sessizlik bebeğin yanlış bir şeyler yaptığı anlamına gelir, bunu asla aklınızdan çıkartmayın. Ben bir anlık dalgınlıkla 30 saniye süren sessizliğe aldırış etmiyorum. Leyla süper gücüyle bir mercimek poşetini parmaklamaya başlıyor. Parmaklama başarılı oluyor ve poşet yırtılıyor. Hareket ettiğimde ayağımın altından gelen çıtırtıyla irkiliyorum. Gördüğüm manzara şu:
Yerde yaklaşık 250 ml zeytinyağı içinde yüzen mercimekler ve onları yemeğe çalışan Leyla. Sonuç: İshal…


9 Mayıs 2011 Pazartesi

Küçük Bir Mucize

Yaşamanın zor olduğu bir ülkede bulunduğumuz için mi yoksa nazar denilen uhrevi bir olgunun varlığı çevremizde olduğundan mıdır bilinmez; bizim insanımız hep kötüyü düşünür, kendini kötüye hazırlar. Pesimistler dört bir yanımızı sarmıştır, kuşatmıştır, sürekli size hayatın sillesini bir gün yiyeceğinizden bahsederler.
İlkokula başlarsınız “O kolay sen bir de liseyi gör.” derler, lise ceketini giyersiniz “Lise kolay üniversite sınavını kazan.” derler. Gün gelir üniversite sınavına girersiniz “Sorun kazanmak değil, iki üç üniversite dışında girsen ne olur ki?” diye söylenirler.
Evlenirsin “Ayvayı yersin”, “Bekarlık sultanlıktır” dediğinde ise “Hangi sultan donunu yıkamış” argümanı ile karşılaşırsın. Hatta işi o kadar ileri götürürler ki; elinizdeki loto biletini sallayarak “Ah şu bilete 4 milyon isabet etse” dediğinizde bir büyüğünüz “O kadar para adamı bozar.” der.