29 Mart 2011 Salı

Dikkatli Olun

Süper kahraman olarak ilk yapmanız gereken şey kendinizi düşünmekten vazgeçmenizdir. Sizin gücünüze ihtiyacı olan milyonlarca insan var. Yoksa Batman da bilir Batmobil’e atlayıp Bağdat Caddesi senin Etiler benim gezmeyi, Flash da bilir sabah Paris’te kuruvasan, öğlen İspanya’da tapas, akşam Moskova’da havyar yemeyi. Gücünüzü, başkalarını düştüğü kötü durumlardan kurtarmak için kullanmak zorundasınızdır. Onların sizlere ihtiyacı var.
Babalık biraz süper kahramanlık gibi… Ya da ben o kadar yüksek egoya sahibim ki böyle hissediyordum. Ama düşünün bir kere hiçbir şey yapamayan biri var. Onun tüm ihtiyaçlarını gidermek ve yaşamını devam ettirmesini sağlamak sizin elinizde.
Evet, ben kendimi sırf bu yüzden süper kahraman gibi hissediyordum. Fakat yaşadığım bazı şeyler var ki bırakın süper kahraman olmayı benim süper salak biri olduğumu kanıtlıyordu.
Rutin kontrol için hastaneye gitmiştik. Leyla’nın gelişimi normal seyrinde devam ediyordu. Hatta artık süt haricinde bazı gıdalara geçebilirdik. Bazı gıdalar dediğimizde nişasta lapası, yoğurt gibi şeyler. Leyla bir süre daha ağız tadıyla Ali Nazik yiyemeyecekti.
Doktor her gidişimizde “x. ayda sizi neler bekler” konulu bir kompozisyon veriyordu. Bu komposizyonlarda hem bebeğinizin artık neyi yapıp yapamayacağı (Başını dik tutabilir, ayağa kalkabilir, 20. mertebeden diferansiyel, denklemleri çözebilir vs…) ve sizi hangi tehlikelerin beklediği (korunaksız yerlerden yuvarlanıp düşebilir, kafasını kovaya sokabilir, yayımlanmamış bir kitabın kopyalarını imha edebilir vs…) yazıyordu.
Bu ayki kompozisyonda büyük harflerle şu yazıyordu:
“LÜTFEN ÇOCUĞUNUZUN KUVVETİNİ KÜÇÜMSEMEYİN”
“Bu tatlı şeyin mi? Ne yapabilir ki?” diye düşünüyorsunuz haklı olarak. Sonra sizi bilek güreşinde yendiğinde anlıyorsunuz…
Bebeklerin inanılmaz bir kuvveti var. Kendilerini çekebiliyor, itebiliyor, bir şeyi sıkı kavradığı zaman bırakmayabiliyorlar. Bütün bunların sebep olabileceği kazaları azaltmak için emniyetinizi sağlama alın önerisini veriyorlar.
Bebeklerin anne ve babaları için puset adı verilen şeyler icat edilmiş. Puset bebeğin oturabileceği ya da yatabileceği, dört ya da modeline göre üç tekerlekli (kesinlikle iki tekerlekli değil), EMNİYET KEMERİ OLAN, küçük arabalar. Arabaya bebeğinizi oturtup bebeğinizle gezebiliyor, bebeğinizi taşımaktan yorulmuyor, mağaza vitrinlerinde kaybolabiliyorsunuz. Bundan bir tane de bizde vardı.
Doktordan çıktığımızda öğlen olmuştu ve hava sıcaktı. Leyla’nın uyku vakti gelmişti. Bir kafeye oturmaktansa arkadaşım Attila’ya gitmeye karar verdim. Ati 7 ay süren motosiklet gezisinden yeni dönmüş, İran, Pakistan, Nepal, Hindistan rotasında yaşadığı güzel şeylerden sonra tekrar gelip iş aramaya koyulmuştu, bir yandan da Türkiye’ye alışmaya çalışıyordu. Yani evdeydi. Evlerinin altına geldiğimde arabayı yukarı taşımam için aşağıya gelmesini söyledim. Yaklaşık iki dakika sonra ayağında şıpıdık terlik (parmak arası), ilginç renklere (misal Van Dyke sarısı) sahip bir bermuda şort ve üzerinde önü açık pespaye bir gömlek olan bir adam indi merdivenlerden.
Selamlaşmadan sonra Ati öne geçti, ben de arkadan arabayı taşımaya başladım. Ati önde merdivenleri çıktığı için pusetin önü havaya kalktı…
Siz hiç gözleriyle konuşabilen insan gördünüz mü? Bu yeteneğe sahip insanların birçoğu oyuncu olur bilirsiniz. Ama 3 aylık bir bebekten bunu beklemek neredeyse anlamsızdır.
Leyla’nın oturduğu yerden kayıp bana doğru yaklaştığını gördüm ve gözleriyle konuşuyordu. Şöyle dedi:
“Salak baba! Düşüyorum!”
Leyla’yı tutamadan oturduğu yerden kayıp merdivenlere doğru düşmeye başladı. Yaklaşık bir metrelik mesafeden merdivene düştü. Sol kulağının üstünü, “şakak” diye tabir edilen yerini merdivenin köşesine çarptığını gördüm. Şu an anlatırken bile salise salise gözümün önünde olan sahne buydu ve sona ermemişti. Mantık olarak kendini asla savunamayacak olan bebeğim merdivenlerden yuvarlanacaktı. Leyla ilk düşüşten sonra devam edecekti ki tek elimde bir hamle yapıp onu havada yakaladım. Ati arabayı kendi hakimiyetine almıştı bile. Hemen Leyla’yı kucağıma aldım ve kafasına baktım, alelacele apartmandan çıktık. Bir Leyla’ya bir birbirimize bakıyorduk.    
“Ne yapacağız?” dedi Ati
“Ne demek ne yapacağız? Hastaneye koşacağız.” dedim.
Leyla doğduğu andan beri ilk defa bu kadar acı içinde ağlıyordu. Bir elimde Leyla bir elimde cep telefonu sokaklarda koşturmaya başladık. Telefonla doktorunu aradım.
 “Merhaba ben biraz önce yanınızdan çıkmıştım, sizin dikkatli olun uyarılarınıza rağmen pusetin emniyet kemerini bağlamadığım için Leyla’yı merdivenlere düşürdüm.”
“Öncelikle sakin olun ve ağlamayın Borga Bey” dedi doktor. Ağladığımı o an fark ettim.
“Nasıl düştü? Çok mu yüksekten düştü?” diye sordu doktor.
“Hayır, o kadar yüksek değil, yaklaşık 1 metre” diye cevap verdim.
“Peki, kafası kanıyor mu?” diye sorularına devam etti.
“Hayır, şişti ve morardı.”
“Ha bu iyi bir şey.”
“Bu iyi bir şey” mi? Kardeşim bebek kafasının üzerine düştü, bana son iki dakikadır yaşadığım herhangi iyi bir şey söyleyin. Ülkeye demokrasi gelse umurumda olmaz o an.
“Nasıl iyi?”
“Demek ki çok kötü çarpmamış. Bakın Borga Bey, sakin olun, gelmenize gerek yok. Leyla’yı bir süre uyanık tutun, sürekli gözlemleyin, aşırı kusması olursa o zaman getirin.”
 “Hayır, ben yoldayım beş dakikaya oradayım.”
“Peki, siz bilirsiniz.”
Telefonu kapattıktan sonra aklıma gelmişti. Leyla’ya bir miktar süt içirmeye çalıştım. Biraz olsun rahatlamış, şiddetli ağlaması bir nebze olsun yavaşlamıştı.
Hastaneye ulaştığımızda Ati’yi bekleme odasında bırakıp doktorun odasına koşturdum. Doktoru Leyla’yı yatırıp el, kol, ayak, bacak ve kafasını şöyle bir elledi ve
“Buyurun bir şeyi yok.” dedi.
Ve bunun için 10 sene okul okudunuz ha?
Leyla’nın bu duruma düşmesinin tek sebebi ben olduğum için ortalığa saldırıp birilerini daha kendi durumuma düşürmek istiyordum ama doktor o kadar haklıydı ki…
“Bebeklerin de tıpkı bizim ki gibi kafatasları var ve tahmin ettiğinizden daha sertler. Bu tarz düşmelerde görevlerini gayet iyi yapıyorlar. Siz gene de şiddetli bir şekilde kusarsa lütfen hemen getirin, ama bence Leyla’nın durumu gayet iyi.” demişti.
Biraz olsun rahatladım. Leyla susmuş hatta uyumuştu, biz de bekleme odasında biraz dinlenmeye karar verdik. Ati sordukça olayı hatırladım. Hastaneden çıktıktan sonra Leyla’ya süt içirmeye çalışıyordum. Pusetinde çok rahat olmadığı için emniyet kemerini açıp onu biraz daha yatay duruma getirmiştim daha sonra emniyet kemerini bağlamayı unutmuştum.
Ati “Allahın salağı” diye bağırarak kafama vurduğunda kendime geldim. Özel bir hastanenin pediatri polikliniğinde muayene sırası bekleyen bir grup kadın dehşet içinde, gözlerindeki yaşları sile sile bebeğini nasıl düşürdüğünü anlatan bir babaya ve yukarıda tarif ettiğim gibi kıyafeti olan ve yanındaki adamın kafasına vuran devasa adama bakıyorlardı.
Bunun üzerine eve gidip yoğurt yapmaya karar verdim…  

Masum Bebek Babasının Oyuncağıdır

Ben 10 yaşındayken babamın tayini Antalya’ya çıkmıştı. Bu da ilkokulun son sınıfını Antalya’da okuyacağım anlamına geliyordu. Bir hafta kadar sonra okula, öğretmenime ve arkadaşlarıma alışmış, ortalıkta “Ben sizi sevmiyorum” diye bağırmaktan vazgeçmiştim. Bunda ağzıma ağzıma yediğim cetvel darbelerinin de etkisi vardı tabi. Okula alıştığımı gören sevgili öğretmenim bir gün bana “Yarın Andımız’ı sen oku Borga” dedi. Bu şerefli görev bana verildiği için çok mutluydum. Hayır değildim. Kesinlikle mutlu değildim. Andımız o zaman da mantık olarak bana tersti.  10 yaşındaki çocuğun nesine güvenmiyorsun da her sabah yemin ettiriyorsun?
http://babalarabalon.biz/wp-includes/js/tinymce/plugins/wordpress/img/trans.gif
Bu soruyla uyandım o sabah. Anneme pek bir şey belli etmiyordum çünkü görümceler, eltiler takımını toplayıp gelmesini istemiyordum okula. “Kızlar koşun bizim oğlan sahne alacak.” Giyinmek üzere kahvaltı masasından kalktım.  Annem odamda kıyafetlerimi hazırlıyordu. Önlük, zaten default gelen bir aksesuar, hazırdı. Fakat onun altına giyilecek şeyi bulmak gerekirdi. Anneme altıma ne giyeceğimi sorduğumda eliyle bana bir “şey” uzattı. Sizi fazla zorlamak istemiyorum ama lütfen gözlerinizi bir an kapatıp gördüğünüz en çirkin pantolonu hayal edin. İşte o pantolonu benim pantolonum yanına koyduğunuzda, size çirkin gelen pantolon hoşunuza gidebilirdi. Annem elinde KENDİ ÖRDÜĞÜ yeşil bir TAYT tutuyordu.
Örgü, yeşil, tayt kelimelerinin bir arada kullanıldığı başka bir cümle bulana 2 maaşımı vereceğim.
O gün, çakma Peter Pan kılığında Andımız’ı okumaya çıkıp, okuyamadığımda ve müdürden enseme tokadı yiyerek yerime yollandığımda ne kadar utandıysam, Leyla’yı kötü emellerime alet ettiğim ilk seferi de anlattığım için de o kadar utanıyorum.
Başlıyoruz.
Leyla 3 aylıktı ve artık evde yalnızdım. 3 aylık bebekler artık bazı duygularını gösterebiliyorlar. Gülüyorlar, yalnız kalmaktan hoşlanmıyorlar, bir şeyi belli bir süre vermezseniz kızıp ağlayabiliyorlar. Evet, bunu denemek için bir süre biberonu gösterip vermedim.
Bu durum onunla daha fazla ilgilenmemi sağlıyordu. Onunla oynayabileceğim çeşitli oyunlar keşfedip oyalanabiliyordum, fakat takdir edersiniz ki Leyla kolay sıkılıyordu. Sonra o garip yüz ifadesini takınıyordu, ardından ben altını değiştiriyordum. Günler kolay geçmiyordu yani anlayacağınız. Tam bu anlarda iki yakın arkadaşım imdadıma koştu. Tamer ve Tuncay bağımsız çalışan insanlardı ve çalışmadıkları zaman bana geliyorlardı. Programımız genelde 09:00 kahvaltı, Leyla ile oyunlar, sohbet, Leyla uyurken temizlik ve yemek daha sonra da dışarı çıkmak şeklinde oluyordu. Dışarı çıkarken Leyla’yı da yanımıza almayı ihmal etmiyorduk.
Mekanımız genelde kalabalık İstiklal Caddesi’ydi. İstiklal’i baştan sona yürüyor, Tünel tarafında bir şeyler içiyor daha sonra da eve geri dönüyorduk. İkinci ya da üçüncü çıkışımızda ilginç bir şey keşfettik. Kadınlar bize bakıyordu. Sanırım bebek kadınlar üzerinde farklı bir etki yaratıyor. Kadınların bize bakması bizim üzerimizde de farklı bir etki yaratıyordu. Egomuz yükselmiş bir biçimde koltuklarımızın altında karpuz taşırmışçasına yürüyorduk. Kadınlar gelip Leyla’yı seviyor, bize çeşitli sorular soruyor, yaşı biraz geçkin olanlar bize tavsiyeler veriyordu. Kadınların bizlerle ilgilenmesi hoşumuza gidiyordu. Aramızda evli olan Tamer kısa bir süre sonra “Sanırım ben de bebek istiyorum.” demeye başlamıştı.
Artık dışarı çıkmak çok daha zevkli hale gelmişti. Resmen kadınlarla flört ediyorduk. Başımıza sık gelen bir şey olmadığı için bu bizi çok heyecanlandırıyordu.
Yine Tünel’e kadar yürümüş ve bir yerlerde oturmaya karar vermiştik. Bir yandan Leyla’ya sütünü verecektik bir yandan biz de birer kahve içecektik. Kahvelerimizi içip bir Leyla ile ilgilenirken yan masadaki iki kadın dikkatimizi çekti. Bizi gösterip konuşuyorlardı aralarında. Herhangi bir yerde kadınların bizi gösterip hakkımızda konuşmaları en son bizim bebekliğimizde olmuştu sanırım. Heyecanlanmıştık elbette.
“Sanırım kadınlar bizden çok daha sevgi dolu, vicdanlı yaratıklar” dedi Tuncay.
“Ne alakası var? Tamamen bebekli erkeklerin daha masum olduğunu düşünüyorlar.” dedi Tamer.
“Her ne olursa olsun bebekli bir erkeğin çekici olduğu gerçeği değişmeyecek beyler.” dedim. Bu arada kadınlar masalarından kalkıp yanımıza yaklaştılar. Tuncay bayıldı.
Kadınlar masamıza gelip “Ay çok tatlı” nidalarıyla Leyla’yı sevmeye başladılar. Yaklaşık otuz saniye sonra kadınların bizimle diyaloga gireceğinden emindim. Ben aşağıdan Tamer’in bacağına vurmaya başladım. Tamer bana dönünce “Bak şimdi.” anlamında gözümü kıptım.
On beş saniye gecikmeyle kadınlardan biri bir Leyla’ya bir de bize baktı.
“Eeee… Babası sizsiniz.” dedi beni göstererek.
“Evet” dedim, “O kadar benziyor muyuz?”
“Ay aynı dudaklar, aynı burun.” dedi kadın.
“Ona çok tatlı dediğinize göre bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum.” dedim
Kadın Leyla’yı sevmeye geri dönmüştü, hatta Leyla’yı pusetinden kaldırıp kucağına aldı ve bizim masamıza oturdu. Demek ki muhabbet sürecekti. Tam o an Deccal geldi…
“Annesi nerede?” diye sordu kız
“Annesini kaybettik.” dedim.
Tuncay ve Tamer’in gözleri hiç olmadığı, olamayacağı kadar büyüktü. İkisi de gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı.
“Ayyy!” diye haykırdı kadın “Çok üzüldüm, başınız sağ olsun.”
“Sizler sağ olun” dedim
“Çok özür dilerim, yaranızı deştim.” diye devam etti.
“Yok, artık geçti acısı, unutmaya çalışıyorum, malum Leyla gibi bir sorumluluğum var.”
“Çok zor oluyor değil mi?” diye sordu kadın.
“Arkadaşlarım var, onlar yardım ediyorlar sağ olsunlar.” dedim.
Tuncay ve Tamer’in dudakları kıpırdıyordu. Açıkça küfür edemiyorlardı bana.
“Ama annesiz bir çocuk çok zor tabi.” diyerek bir adım attım. Beklenen karşılık hemen geldi.
“Ay tabi ki, tahmin edebiliyorum. Tekrar evlenecek misiniz peki?”
“Pedagoglar, eğer istiyorsam, Leyla daha fazla büyümeden bu işi yapmam gerektiğini söylediler.” diyerek yalanımı bilimsel temellere dayandırdım.
“E siz ne yapacaksınız peki. Var mı bir aday?”
Kadına o an evlenme teklif etsem direkt “Hayır” yanıtını almazdım herhalde. En azından düşünürdü.
Bir müddet daha bu konuşmayı sürdürdükten sonra özür dileyerek kadına şaka yaptığımızı anlattık. Kadın biraz kızmakla birlikte kendisi de olaya güldü. Hatta kameralar nerede gibilerinden gereksiz espriler yaptı.
Akşamüstü eve gittiğimizde hala muhabbeti hatırlayıp gülüyorduk. Tamer’in karısı ve Leyla’nın annesi de bize katıldıklarında olayı anlattık. Onlar da güldü, fakat bizim ne kadar ahlaksız yaratıklar olduğumuzu da söylemeden geçemediler. Misafirlerimiz gittikten sonra ben bir daha Leyla’yı dışarı çıkaramayacağımı öğrendim…
Tabi ki çıkarabilecektim Leyla’yı ama çok dikkatli olmak kaydıyla. Çünkü ertesi gün pusetlerdeki emniyet kemerinin ne kadar önemli olduğunu çok acı bir deneyimle öğrendim…
Not: Bu anımın biraz değiştirilmiş halini senaryo olarak yazmıştım. Bu senaryo Kanal D’de yayınlanan “Haneler” adlı dizi ile ekranlara yansımıştı. Sonra çaldın çırptın demeyin lütfen.

23 Mart 2011 Çarşamba

Yalnız Başımayım

“Hayır” dedim kesin bir dille. Yapamazdım, aldığım onca terapinin, Phuket adasına taşınmamın ve bu coğrafi güzellik sayesinde kendi halinde bir hayat kurmamın, o günleri geride bırakmamın tatlı mutluluğunu bir anda elimin tersiyle itemezdim. Çok acı çekmiştim, çektiğim acıların birazını bile anlamayacak olan adamlardan biri karşımdaydı şimdi. Yalnızlığımdan değil, bu güzel adanın yerlilerinden öğrendiğim saygıdan mütevellit onu barınağıma kabul etmiş ve kendi rekoltemden yeşil çay demlemiştim. Şimdi benim bu sade hayatıma girmiş olan şehirli genç beni bir kez daha göreve çağırıyordu. Hayır, benim geride bıraktıklarım umurunda bile değildi. Iphone 4’ü bir tek ben kırabilirmişim. “İki ay daha bekleyin, gelir Türkiye’ye” diyemedim. Onunla yürümeye başladım, Phuket adasından Eminönü’ne doğru.
İşten ayrılma kararını verdikten sonra beni ne arayan ne de soran olmuştu. “Geri gel Borga sana çok ihtiyacımız var, müşteriler çılgın gibi seni arıyor, senin yazdığın metinleri döndürüp döndürüp kullanıyoruz.” demedi kimse. Oysa çekmecemde eskizlerimi bırakmıştım gelecek nesiller onlardan yararlansın diye ama ben kalktıktan sonra masamı direkt yakmışlar.
Beni aramıyorlardı ama bir iş yerinin aradığı bir şahıs vardı, o da kendisini kapıdan uğurlarken kucağımda tuttuğum bebeğin annesiydi. Leyla 3 aylık olmuştu ve ben ilk bakıcılık deneyimime başlıyordum…

20 Mart 2011 Pazar

Asi Leyla

Uyandığımda donduğumu hissettim. Alaska'daki üçüncü gecemizdi. Metallica grubunun elemanları fokları dövdüğünden bu yana PETA olarak buradaydık. Eylemlerimizi Alaska'dan başlatıp Metallica'nın evinin önüne gidecektik. Yolda da Alaska’daki balık fabrikalarının önünde eylem yapacaktık fakat bunu yapacak enerjiyi bulabilecek miydim? Belki de geçen akşam foklarla uyuyacağım diye tutturmayacaktım. -40 C° kadar dayanıklı uyku tulumumun içinde biraz daha büzüştüm. Kenya'daki gergedan yürüyüşünde tanıştığım İngiliz aktivist ocakta çay yapıyordu. Hafifçe doğrulup ona doğru şöyle dedim: "Çay demlemeyi bile bilmiyorsunuz, sallama çay içilir mi hiç?" Bana karşılık verdi; "Sabahtan beri titriyorsun, kötü de olsa bunu iç için ısınır. Kıtlama mı içeceksin?"
Evet, donuyordum ama uyku tulumunun içinde değildim, yorganın altında titriyordum. Çok iyi bildiğim, vücudumun bana "Sen hastasın" deme biçimini hemen tanıdım. Yataktan kalkıp Leyla'nın yanına gittim. Mışıl mışıl uyuyordu. Üstünü örtüp ilaç dolabına gittim. Bilinçsiz ilaç kullanımının sürdüğü her ev gibi bizim evimizde de kocaman bir kutu vardı. Genelde ayakkabı kutusundan bozma olan bu kutuda tarihi geçmiş şuruplar, bir kere kullanılmış ishal ilaçları, yarım kullanılmış antibiyotikler, birbirinin muadili olan yüzlerce grip ilacı, MR cihazı ve ne alaka olduğunu hiç anlamadığım bir dikiş seti vardı. Dikiş seti kendimi Rambo gibi hissetme olasılığıma karşı konmuş olmalıydı.

Önce kendime reçete yazdım, daha sonra da hemen ecza kutumuza uğrayıp ilaçlarımı aldım. Sabah daha iyi hissedeceğime emindim.
Sabah Leyla’nın ağlaması ile uyandığımda bırakın daha iyi olmayı yataktan kalkabilecek durumum bile yoktu. İzzet Altınmeşe ile Yıldız Tilbe’nin ses tellerinin örülmesiyle oluşturulmuş bir tel yumağı benim boğazıma konuşmuştu. O sesle sevgilime “Ben çok hastayım lütfen kalk” diye seslendim. O da bana Hasan Mutlucan Gülben Ergen karışımı sesiyle yanıt verdi; “Ben de hastayım.”
Anne ve babanın aynı anda hasta olması halinde bebeğe kimin bakacağı sözleşmede yer almıyordu. İkimizde birbirimize destek olarak kalktık. Leyla açtı ve ağlıyordu. Süt içmesi gerekliydi. Annesi ona memesini verirken tereddütle bana baktı. Hemen telefona koşturdum. Leyla’nın doktorunu arayıp hasta olduğumuzu, sütten hastalığın Leyla’ya bulaşıp bulaşmayacağını sordum.
Doktor genel yanılgının aksine grip gibi hastalıkların sütten geçmeyeceğini ama evde mutlaka maskeyle gezmemiz gerektiğini ve hatta gece odasını ayırmamız gerektiğini söyledi. Maskeyle gezmek.
Hasta bir ebeveyn olarak kucağımızda bebekle hastaneye gidip muayene olduk. Daha doğrusu sevgilim muayene oldu… Aynı ilaçlardan ben de kullanırsam iyileşecektim. Aynı hastalık ne de olsa. Bu mantıkla hareket ederek Avrupa Birliği’ne üye olacağımıza neredeyse emin gibiyim.
Eczaneye uğrayıp ilaçlarımızı aldık. Bolca maske almayı da ihmal etmedik. Artık maskeyle geziyorduk evde. Alışık olmadığı halde maskeyle gezen normal bir insanın kendisini şarbon virüsünden korunmaya çalışan Japon gibi hissetmesi ve moralinin bozulması gerekirken ben kendimi başarılı bir ameliyattan yeni çıkmış operatör doktor edasında hissediyordum. Hatta rolüme kendimi o kadar kaptırmıştım ki, bir ara Leyla’nın altını değiştirirken bezini açıp kakalı bezi almış, Leyla’yı yıkamış, sonra tekrar bez değiştirme masasına koyup “Hastayı kapatın” deyivermişim.
O gece Leyla ilk defa kendi odasında yatmıştı. Biz hem hastalığın hem de ilaçların etkisiyle gece Leyla’nın sesini duyamayacağımızdan korkmuştuk ama o bebek telsizleri işlerini gayet iyi yapıyorlar. Leyla gece iki defa kalktı, aynı rutinini tekrarlayıp, yani sütünü içip, gazını çıkarıp, omzuma apoletleri yerleştirip geri yattı.
Sabah kalktığımda maskemi takıp ortalıkta konsültasyon yapmak için hekim arkadaş arayadurayım ilaçlar yavaştan işe yaramıştı. Kendimi daha iyi hissediyordum. Bu yüzden kendimi Leyla’yla oynamaya adadım.
Oyuncak olarak oynayabilecekleriniz kısıtlı. Mesela bizim ipin ucunda sallanan bir tavşanımız vardı. Aslında kendisi içinde taşıdığı boncuklar sayesinde ses çıkarabiliyordu ama ben o boncuklara ufak bir ameliyat yardımıyla ulaşıp onları almıştım. Bebek sahibi olduğunuzda öğreneceğiniz bir şey de ses çıkaran oyuncakların ses çıkarmasını engellemek için çeşitli bilgilere sahip olmak olacaktır. Mesela ben bir dinozorun viyaklamasını kapatabilmek için hatırı sayılır düzeyde elektronik bilgisi edindim.
Küçük bebekler çok sevimli olabiliyorlar. Özellikle bebek sizin bebeğiniz ise daha tatlı oluyor. Sürekli onu öpüp koklamak istiyorsunuz. Leyla salladığım tavşanı yakaladıkça ve ağzına götürmeye çalıştıkça “Aferin benim kızıma” diye onu öpüyordum. Annesi “Öpme hastalık geçebilir” dediğinde ona hak veriyordum ama iki dakika sonra şirin şeyi tekrar öpmek istiyordum.
Beklenen sonuç filizlendi ve Leyla o günün akşamında ateşlendi. Küçük çocuklar ateşlendiğinde siz daha çok ateşleniyorsunuz. Hele ki hastalığa kendinizin sebep olduğunu bildiğinizde çok daha kötü hissediyorsunuz. Hemen Leyla’yı alıp hastaneye götürdük. Ateşini evde ölçmüştük; 39 C°. Yolda hastaneye telefon açıp acil servisi, ameliyathaneyi falan hazırlatmak istedim. Onlar da “Endişelenecek bir şey yok beyefendi” karşılığını verdiler. Nasıl yani, benim bebeğim ateşli bir şekilde hastaneye geliyor ve kapıda doktorlar nasıl beklemez.
Acil servisin kapısından içeri girdiğimde bir hemşire bizi odaya aldı ve Leyla’yı kucağımdan aldı. “Ay sen ne şeker şeysin öyle” diyerek Leyla’yı seviyordu.
-“Hemşire hanım, biz uzun süredir bu iltifatları kendisine yapıyoruz ama cevap vermiyor. Siz hastalık hakkında bir şey yapacak mısınız?” diyerek kendisini işini yapmaya teşvik ettim.
-“Meraklanmayın beyefendi. Doktorumuza haber verdik, yukarıdan iniyor” dedi.
Hemşire Leyla’nın ateşini, kilosunu, boyunu ölçtü, diğer bilgilerini aldı bunları bir kağıda yazdı ve gitti. Acildeki odada bir sürü cihaz vardı. Bunları neresine bağlayacaklar diye düşünüyordum. Bebeğim hastaydı ve ne olacağını bilmiyordum. Buna ben sebep olmuştum ve sosyal hizmetler bu sefer bebeği benden alacaklardı. 400 m. uzakta durabilecektim Leyla’dan.
Doktor geldi, dosyasına baktı, bizimle bir şeyler konuştu. Gerekli muayeneyi yaptı, laboratuar isteklerini yazdı. Sadece kan ve idrar testi istiyordu. Ne yani, tomografi, FMRi, başka servislerden doktor yardımı olmayacak mıydı? Hayır, basit bir grip olduğundan şüpheleniyordu. Sadece daha başka bir enfeksiyon olup olmadığını anlamak için garanti olması açısından kan ve idrar testi istiyordu.
Laboratuara gittik. Bebeklerden idrar alma yöntemleri çok başarılıydı. Leyla’nın vajinasına bir kese yapıştırdılar. Elinizde bardakla bebeğin başında bekleyemeyeceğinize göre en sağlıklı yöntem bu olmalıydı. Fakat bu kese çıkıp gidiyor bilginize. Şöyle söyleyeyim; Leyla şu anda 3 yaşını geçti ve defalarca hastalandı, geçen hafta ilk defa Leyla’nın idrarını verebildik.
Kan alma ise bebekten daha fazla sizin canınızı yakıyor. Küçücük bir bebeğin eline iğne batırıyorlar. Bebeklerin hisleri biraz yavaş olduğundan iğne yapıldıktan 15 saniye sonra ağlamaya başlıyorlar, siz ise 15 saniye sonra bir defa daha ağlıyorsunuz.
Test sonuçları iki saat sonra çıkacaktı. Bu süreye kadar eve gidip ilaçları kullanmaya başlayacaktık. Eğer sonuçlardan istenmeyen bir şey çıkarsa yeni ilaçlar verilecekti.
İlaçları almak için nöbetçi eczaneye girdiğimde bizim reçetemizin aynısına sahip 8 kişi gördüm. Bebekler hastalanırlar.
Leyla’nın hastalığı kolayca iyileşti, anne sütünün de sayesinde bir gün sonra önce ateşi daha sonra da burun akıntısı bitti. Baki kalan bir tek şey oldu. Doktor, hastalığın tekrar bize bulaşmasını engellemek için Leyla’nın başka oda da kalmasına devam etmesini istemişti. Hastalık bittiğinde doktorumuzu arayıp odaları birleştirebilir miyiz tekrar diye sorduk. Doktor buna gerek olmadığını onunla ya da bizimle ilgili bir sorun yoksa odasında kalabileceğini söyledi. Leyla sadece 2 aylıkken kendi odasına taşınmıştı. Bu şimdi ayrı eve de çıkmak ister. Asi şey  ne olacak.

Besleme

Geceleri kalkıp onun üstünü örtmek, nefes alış verişlerini, hareketlerini izlemek, ona hafifçe dokunup onu okşamak ve hatta elinizi yumuşacık yanaklarında gezdirmek… Uyandırmamaya da çalışarak onu sevmek, meleklere inanmadan onun bir melek olduğunu düşünmek…
Bebekler çok hızlı büyüyorlar, gelişiyorlar, kaçırmayın. Doğumdan sonra göbeğin düşmesi haricinde yaşayacağınız en büyük gelişmelerden biri görmeye başlamaları. Bebekler ilk başta sadece ışığı seçebilirken bir müddet sonra çok büyük ve kontrast renklere sahip cisimleri seçebiliyorlar. O yüzden ben de suratımı kırmızıya boyayıp karşısına geçiyordum. Yazık garibim hala televizyonda Hell Boy’u görünce “Aaa babam çıktı.” diyor.

Leyla artık yavaş yavaş yüzümüzü çıkartabiliyordu. Bu tanışmanın ardından yaşadığımız ve hemen delirdiğimiz en büyük değişiklik Leyla’nın gülümsemesi olmuştu. Leyla’nın gülmesi yurtta ve tüm temsilciliklerimizde bayram havasında kutlanırken bizim de değişiklik yapmamız gereken bir dönem geliyordu.
Her gün dışarı çıkıp dolaştığımız için dışarıya çıkmak konusunda profesyonelleşmiştik. Bırakın Cihangir, Taksim, İstiklal hattında dolaşmayı Leyla ile Myanmar’a giderdim. Misal: Leyla ile yürürken bir elimle arabayı ittirirken bir elimle termosun içindeki sütü çıkarabiliyor, onu içime hazır hale getirebiliyordum. Bu arada çevre esnafa selam vermeyi de ihmal etmiyordum tabi.
Gördüğünüz gibi yeni bir aparatımız var. Biberon. Biberon çocuk gelişiminde çok önemli yere sahip bir araç. Durumu yakıt ikmali için havalimanına inmek zorunda kalmayan, havada yakıt ikmali yapabilen uçaklar gibi örnekleyebiliriz. Leyla’nın annesinin izin süresi bitimi yaklaştıkça yavaş yavaş biberona geçmiştik. Biberona geçiş ciddi bir süreç. Bebekler biberona ısınamayabiliyorlar. Anne memesi onlara daha cazip geliyor. Beyler sakin, hepinizin ne düşündüğünü biliyoruz.
Bu geçişi yapmak için çeşitli yöntemler var. Bunlardan birini yine bizim çocuğumuza bakamadığımızı iddia eden iki adet orta yaş üstü kadından almıştık.
Ekonomiye Can Verin Yöntemi
Malzemeler:
  • Para
  • Leyla
  • Anne sütü

Yapılışı: Bebeğe biberon uzatılır, sevmezse yeni biberon alınır, onu da sevmezse yeni biberon alınır, onu da sevmezse yeni bir biberon daha alınır. Eski biberonların depozitosu olmadığı için elde kalanlar kadınlara iade edilir.
Bir başka yöntem yine komşularımızdan öğrendiğimiz “Çocuğunuzu Nasıl Bilirdiniz” yöntemi idi.
Malzemeler:
  • Biberon
  • Leyla
  • İsot
  • Bal
Yapılışı: Anne memesine isot, biberon memesine bal sürülür. Önce anne memesi ardından ballı biberon çocuğa takdim edilir. 1 yaşından küçük çocuklarda bal yemek bağırsaklarla ilgili bir tehlikeye yol açtığından 1 yaşından önce kullanılması pek tavsiye edilmez.
Bizim yöntemimiz: Bebeğinize Kucak Açın
Kendi yöntemimiz olduğu için böyle güzel bir isim bulabiliyorum. Şöyle yaptık. Sütü hazırlıyorsunuz. Leyla’nın acıkmasını bekliyorsunuz. Daha sonra emzirme yastığını takıyorsunuz. Emzirme yastığı denen aparat göbek bölgesine takılan bir ucu açık bir şambrel (hayatımda ilk defa ‘şambrel’ yazdığım için yanlış yazmış olabilirim). Şambreli takıp bebeğinizi kucağınıza alıyorsunuz.
Leyla acıktığı zaman sütü annesi değil babası veriyor. Neden? Leyla önce biberonu kabul etmedi. Biz de iki gün aç bıraktık sonra içmek zorunda kaldı. Hayır tabi ki; aç bırakmayın… Bebekler genel olarak annelerinin memesinden süt içtikleri için önce meme arıyorlar. İlk etapta Serengeti Düzlükleri’nde ki kaplanın ceylanı pençelemesi gibi meme aranırken bir de baktı ki Hell Boy’un kucağında. Daha o yaştaki bebek baba anne bilmiyor elbette ama sürekli gördüğü bir adam ve bir de kadın var.
Bir tanesi bana süt sağlayabilirken diğeri pis kokulu bir şey yaptığım zaman onu temizliyor. Demek ki bir görev dağılımı var. Ama şimdi o pis kokulu şeyden yok, peki bu gözlüklünün bana verdiği şey ne? İlahi… O kadındaki sütün aynısından. Bir şey tadı var. Buna ileride plastik diyeceğimi tahmin ediyorum. Ohhh! Karnımda nasıl açmış, adamın kucağındayken o pis şeyden de yapayım.
Burada bir parantez açmam gerekiyor. Leyla’nın temel ihtiyaçları vardı; barınma, temizlenme, uyuma… Yemek yeme. Ben daha önce Leyla’ya hiç yemek vermemiştim. Leyla elimdeki biberondan sütünü içerken hissettiğim duygunun doğumhanede Leyla’yı ilk gördüğümde hissettiğim duygudan hiçbir farkı yoktu. Ben babaydım. Kızımın barınma, temizlenme, iyi bir uyku uyuma ihtiyaçlarını karşılayabiliyordum. Artık onu beslemiştim bir de.
Genel kanının aksine çocuk bakımında tecrübe her şey demek değil. Çocuğunuzu en iyi sizler tanırsınız? Onun neylerden hoşlanıp hoşlanmadığını, hangi koşullarda üşüyüp üşümediğini, ne şartlarda mutlu olup ne şartlarda üzüleceğini en iyi kendiniz bilirsiniz. Bebeğinizle, çocuğunuzla ne kadar çok vakit geçirirseniz onu o kadar iyi tanıyıp, o kadar iyi anlarsınız. Klasik yapılan “Bebeğin üstünü giydir.”, “Bu havada dışarı çıkartmayın.” eleştirilerinin bebeğinize ve size hiçbir faydası yok. Tavsiye vermemeye çalıştığım halde şunu söyleyebilirim. Bebeğinizi iyi tanıyın…
Bebeklerin belirli aylarda yapabildikleri belirli şeyler var. Kafasını dik tutmak ya da bir şeyler yemeye başlayabilmek bunlardan bazıları. O yüzden lütfen bebeklerinize dürüm yedirmeye çalışmayın. Bebekler yeni yapabildikleri şeyleri bitkin düşene kadar yapabilmeyi seviyorlar. Leyla da dışarı çıkmayı daha çok sever hale gelmişti. Artık daha iyi gördüğü için dışarıda görebileceği ilginç şeyler onun hoşuna gidebiliyordu. Bir vitrin süslemesine saatlerce bakabiliyorlar. Yoksa?
Ama bebeğinizi iyi tanımanız, onun her istediğini eksiksiz yapıyor olmanız, doktorunuzun dediklerinden dışarı çıkmıyor oluşunuz bebeğinizin hasta olmayacağı anlamına gelmiyor. Öyle bir hasta oluyorlar ki…

Leyla Bir Yurttaştır Bütün Romalılar Gibi

Ekibim ve ben kapıda birikmiştik. İçeri girmemiz an meselesiydi. Ekibimde daha henüz 18 yaşında üniversite öğrencisi bir çocuk bile vardı. Eğer başımıza bir iş gelirse en çok onun için üzülecektim. Diğerlerimiz zaten azılı birer hırsızdı. Kaç kere adalete teslim olmayı düşündüğümü ben bile hatırlamıyorum. Şifreli kapı bir anda açıldı. 18 yaşındaki çocuğun görevi buydu zaten. Hızla yukarı çıktık. Girilmesi neredeyse imkansız olan odaya yan odanın duvarlarını kırarak girecektik. Fakat gitmek istediğimiz odanın zemininde hareket ve ağırlık algılayıcılar vardı, ayrıca odanın ısısının değişimi de alarmı aktif hale getiriyordu. “Tanrım bu kadar zor olmamalı” dedi 18 yaşındaki toy yakışıklı. Ama zordu. Kimliklerimizi kazanmak için devletin kasasına girmek zorundaydık.
Beyoğlu Nüfus İdaresi’ne girerken gece uyurken yatağından alınıp uyandırılmadan Rio Karnavalının tam ortasına bırakılmış, emekli tapu kadastro katibi gibiydik. Ne başımıza gelecekleri biliyorduk, ne de sorunumuz çözüme kavuşacak mı? Aslında bizim bir sorunumuz yoktu. Leyla’nın ismini ve doğum tarihini biliyorduk. Hatta bebeğimiz hakkında onalrdan daha fazla şey biliyorduk. Aslında onlardan fazla bildiğimiz tek şey çok kaka yaptığı idi. Hatta bildiğimiz tek şey buydu.
Burada kısa bir ara verip başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum. Bu olay sonrası evlilik müessesesinin biz de nasıl bir algı yarattığını anlayabilirsiniz belki.

Çocuk Psikolojisi

Herkes donmuş bana bakıyordu. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban ki Moon’un gözlerini görebiliyordum. Çekik gözleri fincan tabağı kadar olmuştu. Tigrinyaca’yı nadir bilenlerden biri olduğumdan kürsüde Eritre Cumhuriyet Başsavcısı ile birlikteydim. Daha çok mimiklere dayalı bir dil olduğundan simültane tercüme yetmiyordu. İşte bu yüzden kürsüdeydim ve neredeyse tüm ülkelerin Başkanlarına bakıyordum, onlar da bana bakıyordu. Herkes diktatör suçlaması yüzünden kürsüde bulunan adamın masaya vura vura ve omuzlarını sallaya sallaya ne söylediğini merak ediyordu. Sözlerimi dikkatle seçtim ve yavaşça ellerimi kaldırdım…
Ellerimi de sesimi de dikkatli kullanmam gereken bir dönemdeydim. Bebeklerin yanında hayvani sesinizle “Hanimiş benim tavşanıııım!” diye bağırmayın, korkup ağlayabiliyorlar. Ayrıca lütfen onları havaya atmayın. Tamam tam olarak havaya atmadım ama hafifçe hop hop yaptım. Ne yapayım çok seviyordum. Kustu…

9 Mart 2011 Çarşamba

Girls Back In The Town

İlk kriz atlatıldıktan sonra eve gitmemiz gerektiğini söylediler. Aslında yemek, gazete ayağımıza geliyordu, zorlandığımız yerde hemşireler bebek hakkında yardım ediyorlardı, bebeğin ateşi çıksa acil çok yakındı, eve gitmek istemiyordum ama “Almanya’dan hastamız gelecek.” dediler ve bizi sınır dışı ettiler. 
40 gününü geçirmemiş çocuk dışarı çıkarılmaz dedikleri için hastaneden eve kadar tünel kazmıştım. Kirişler huzursuzluk verse de tünelden eve kadar varabildik.
Evet böyle bir inanış var. “40 gününü geçirmemiş çocuğu dışarı çıkartmayın.” Daha sonra şu geliyor: “Çocuğunuzu sıkı sıkı giydirin”
Bu iki inanış önce bebeğinizi, ardından onun sıkıntısı yüzünden sizi bezdirebilir. Leyla kara kışın ortasında doğmuştu ama onu hemen her gün dışarı çıkarttım. Kat kat giydirmedim. Bunun yerine ben nasıl üşümüyorsam onu da öyle giydirdim, fazladan sadece bir battaniye örtüyordum üzerine. Tek zorluk karda bebek arabası kullanmak; zincir takılmıyor araca.
Eve geldiğimizde yepyeni bir hayatın bizi beklediğini biliyorduk. Öncelikle annelere ve babalara aslında bekledikleri bir uyarıda bulunduk. “Lütfen bizi yalnız bırakın”
Anneler ve babaların olması bizim için dezavantajlı duruma dönüşebilirdi. Şöyle açıklamaya çalışayım. Büyükanne ve büyükbabalar torunlarını sorumluluk bilincinde değil müthiş bir aşkla seviyorlar. Orada oldukları müddetçe her şeyi gerçekleştirmek istiyorlar, onlar gidince her şey size kalıyor ve bir anda sudan çıkmış balığa dönüşebiliyorsunuz. Bizim ana baba takımı anlayışlı davrandı. Geceleri bizimle olmadılar. Gündüzleri de makul saatleri torunlarıyla paylaştılar.
Bu yüzden kolları biz sıvamıştık. Kolları sıvamanız yetmiyor. Omuzlarınıza bir şeyler örtün. Bütün tişörtlerimin omuz kısımları kusmuk içindeydi. Bebeğinizi kucağınıza alıp onun gaz çıkartmasına yardım ediyorsunuz. Minik şeyler neyi ne kadar içeceğini bilmedikleri için gaz çıkarırken fazladan içtiği sütleri de omzunuza bırakıyor. 6 ay binbaşı gibi dolaştım omzumda apoletlerle.
Dedik ya, minik şeyler neyi ne kadar içeceğini bilmiyorlar. Biz bu yüzden barda kaç arkadaşımızı bıraktık, bunlarda da sürekli bir kaka yapma durumu var efendim. Besin kaynağı sadece süt olduğundan, su bile işe daha dahil olmadığından gene sabredilir bir durum var. İkinci günün sonunda tek elimle bez değiştirebiliyordum. Diğer elimde dergi falan oluyordu. Tuvaletteyken dergi okuma olayına kazandırdığım boyutla kendime ödül bile vermiştim.
Peki başka neler bekliyordu beni. Şöyle sıralayayım:
-Uykusuzluk: Bir çok anne ve babanın aksine biz rahattık. Leyla saatli uyanıyor, sütünü içer içmez uyuyordu. Kolik denilen çocukların aksine Leyla’nın gaz sorunu da yoktu ve gece uykularımız rahattı. Anne baba ilişkisinde şöyle bir olay var. İkiniz beraber kalkın arkadaşlar. Ya da siz merak etmeyin, sizi kaldıracaklar.
-Mendil Tüketimi: Buraya mendil üretimi de yazabilirdim. Çünkü çok ciddi bir şekilde mendil üretimine geçmeyi düşünüyordum. “Böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum” diye ortalıkta dolaşanlar var ya hani, ben bu dünyaya böyle bir çocuk getirmek istemiyordum. Sayemizde Küresel İklim Değişikliği başladı. Bu kadar mendil tüketilmez Leyla’cığım. Bakın sadece kakasını yaptıktan sonra kullandıklarınız değil, yere bir şey dökülüyor, kusuyor, sümüğü akıyor, kaka yapıyor… bu son eylemi defalarca yapabiliyor…
-Yüzsüzlük: Çocuğumun her şeyi yeni olsun diye debelenen ebeveynler olmadığımız için Leyla’nın her şeyi başkalarından küçülen şeylerdi. Kıyafetleri, çorapları… Yavrucuğum çok güzel bir kız olmasına rağmen en sevdiği tişört şu anda “Batman” Birçok ihtiyacınız olacak ve bu ihtiyaçları çekinmeden söylemeyi öğreneceksiniz. Misal, hiç bugüne kadar birinden küvet istediniz mi? Adama deli derler be.
-Ses Egzersizleri: Diyaframınızı şişiriyorsunuz ve karnınızın geri gittiğini hissederek “HO HO HO HO HOOOOO”, şimdi tekrar, “Hİ Hİ Hİ Hİ Hİİİİİ!” Evet bir sürü şarkı söyleyeceğiniz için lütfen ses egzersizi yapın. Sonra çocuğunuzun da kötü bir beğenisi oluşmasın. Ben hala ergenlikten kalan sesimle dandini dandini söylediğim için bugün Leyla Serdar Ortaç’a sempati duyuyor.
-Gollere Sevinememe: Özellikle gece maçlarında boru gibi sesinizle “GOOOOOL!” diye bağırınca bebekler uyanabiliyor. Benden tavsiye.
-Yüklü Yolculuklar: Üniversite yıllarında dağcılığın özellikle alpinizm kısmıyla ilgilenmiş biri olarak ne kadar hafif yüklerle seyahat edilmesi gerektiğini çok iyi bilen biriyim. Seyahatlerimde minik çantalarla gezerim normalde. Ama o da ne, iki apartman ötedeki arkadaşınıza mı gideceksiniz. Şöyle bir çanta hazırlıyorsunuz. İç ses modu aktif: 10 tane bez alayım; dur dur dün akşam 15 tane bez kullandık. İki kutu mendil alayım; gel şunu iki koli yapalım. Üç zıbın yeter sanırım; beş, yok mu arttıran. Her ihtimale karşı yanımıza şunları da alalım mı; almaman hata: periyodik cetvel, Portekiz bayrağı, poşet dosya, kurşun kalem, mao posteri…
-Süt Sağma: Bu konuda herhangi bir şey yazmak istemiyorum ama sizin de çok hayal kurmamanızı istiyorum. Teşekkürler.
-Doktora Taşınmalar: Bebek ilk bir ay o kadar çok doktora gidiyor ki… Aslında Leyla yolu öğrenmişti. Birkaç kez beni zahmete sokmadan kendisi gitti ama ben ona yol arkadaşı olmaya kararlıydım. Doktorla gayet kanka konumundaydık artık. “Kızı bir yere bırakıp bir şeyler içmeye ne dersiniz?”
-İşsizlik: Sanırım en büyük sorun buydu arkadaşlar. Siz sayın okuyucuları da bu blogda neyin beklediğini bilin diye bu maddeyi ekledim. Leyla doğduktan 3 ay sonra annesinin izni bitiyordu. Leyla’ya bakacak kimse yoktu. Hem büyükannelere hem de Leyla’ya haksızlık etmek istemediğimizden bu fikirden vazgeçmiştik. Bakıcı fikri ise benim hoşuma gitmiyordu. Leyla’nın annesinin işi benim işimden çok daha iyi bir işti, bu yüzden ben işi bırakmaya karar verdim. Önümüzdeki 1 yıl boyunca Leyla’ya ben bakacaktım.

8 Mart 2011 Salı

Kucağımdaki Küçük Kadın


Çocuğu sizinle 30 saniyeliğine tanıştırdıktan sonra uzun bir süre göremiyorsunuz. Onu alıp muayene ediyorlar, daha sonra yıkayıp giydiriyorlar.
Leyla ilk nefesini aldıktan sonra onu hemen aldılar. Hala doktorluğunu yapan kadın Leyla’yı alıp muayene etti. O sırada ilginç bir gelenek var. Bir ebe çocuğun parmaklarını sayıp, anneye eğilip “Her şey tam” diyor. Buna hazırlıklı olmadığımdan şöyle bir şey yaşamıştım.
-“Ne dedi?”
-“…”
-“Neymiş?”
-“…”
-“Ne olmuş?”
-“…”
Ben kulağı ağır işiten, yaşlı ve meraklı bir insan gibi “Neymiş” tadında takılırken Leyla’yı çıkardılar.
Doktor kendine ait işi bitirdikten sonra onunla doğumhanenin kapısının önünde karşılaştık. Beni tebrik etti ve “22.00 demiştim ama 10 dakika erken geldi, bu da nazarı olsun.” demişti. Sonradan Leyla’nın bir nazarı daha vardı; sol ayağının 4. parmağı yamuktu. Ama çok güzeldi.
Doğumhaneden çıktığımda alkışlarla karşılandım. Kalabalığın arasına dalıp tebrikleri kabul ettim. O kadar çok alkışlayıp ıslıklamışlardı ki hemşire gelip gürültü yapmamamız konusunda uyarmak zorunda kalmıştı.
Tamam, belki alkış kıyamet kopmadı ama insanlar beni deli gibi tebrik ediyorlardı. “Hadi bakalım Borga Baba” diyorlardı bana. Sonra anne çıktı, benim bütün forsum bitti. Herkes onun başına toplanmıştı. Gözden kaybolduğumda beni aramaya çıkmamışlardı bile. Belki böyle bir şey yaşanır, bütün ilgiyi anneye verirler diye daha önceden Kolombiya biletimi almıştım. Havalimanına doğru yola çıktım. Ama önce yıkanan Leyla’yı izleyecektim.
Bir hatırlatma. Özellikle normal doğumla dünyaya gelen çocuklar 12 rauntluk bir boks karşılaşmasından çıkmış gibi doğuyorlar. Bu süreç onlar için hem yorucu hem de travmatik. Travma yüzde oluşan deformasyon olarak size yansıyor. Leyla’nın gözleri Apollo Creed ile karşılaşmış gibiydi ve birazdan “Adrian” diye bağıracaktı sanki. Yani bırakın bana ya da annesine benzemesini Leyla çok bariz bir biçimde Rocky Balboa’ya benziyordu. Gurur duydum.
Bir hemşire Leyla’yı şıpır şıpır yıkamış, el ve ayak izlerini bir kağıda almış kurulamış ve giydirmişti. Küçücük, şeffaf bir leğene benzeyen yatağına yatırdı ve bizim camlı bölmede görebileceğimiz bir yere getirdi. Babasıydım.
Anlamsız bir şekilde sağa sola döndürüyordu kafasını, ellerini ayaklarını sallıyor, ağzını açıp kapatıyordu. Yeni doğan çocuklar göremiyorlar. Sadece ışığı seçebiliyorlar. Ben ise ona kendimi göstermek için neredeyse camı kıracaktım. Babasıydım.
Bir müddet sonra onu odaya getirdiler, ilk defa orada kucağıma almıştım Leyla’yı. Bana uzatan hemşire “Çok güzel tuttunuz” demişti. Babasıydım. İlk defa baba olduğumu tam anlamıyla hissediyordum.
O an şunu düşündüm. Babaydım artık. Bundan daha büyük hangi unvana sahip olabilirim ki?
Ortalık sakinleştikten sonra biz de yattık. İlk başlarda muayeneler devam ettiği için Leyla’yı sık sık odadan çıkartıyorlardı. Sonra gecenin bir vakti, artık sizin odanızda kalabilir. Ağlayınca emzirin, altını değiştirin dediler ve çıktılar. Gidip yanına baktığımda mışıl mışıl uyuduğunu gördüm. Bir müddet onu izledim. Gelecek aylarda sık sık tekrarladığım şeyi yapmaya ilk o an başlamıştım, onu uykusunda izlemek, arada sırada da nefes alıp almadığını kontrol etmek. Arkadaşlar nefes almak refleks bir durum, onlar nefes almayı unutmuyorlar.
Refakatçiler için ayrılmış yatağa yattığımda huzurlu bir uykuya daldım. Kapı sesiyle uyandım. Adamın biri elinde gazetelerle odaya girmiş bize gazete isteyip istemediğimizi soruyordu. “Sabah sabah hayret bir şey ya.” diyerek bir gazete aldım. Tekrar yatağa girdim. Tam yatarken yan yatakta bebeğini emziren bir kadın gördüm. Battaniyeyi kafama kadar çekip “Neler oluyor” diye düşündüm. Evet, şimdi ağlama seslerini de duyabiliyordum. Kadınlardan daha büyük olanı ağlamaya başlamıştı. Yavaşça yataktan çıktım. Daha ilk sabahta kendimi otelde gibi hissedip yataktan çıkmamam ilk çocuklu kavgamızı başlatmıştı. Yanına gittim
-“Neden uyanmadın?” dedi
-“Duymadım ki hiçbir şey!”
-“Bu böyle mi devam edecek?”
-“Takdir edersin ki alışık olmadığım bir durum, sanırım alışacağım” dedim.
Biraz sakinleşmişti, tam o sırada odaya giren doktor ağlayan gözleri görünce gülerek şöyle demişti.
-“Tabi ki olur böyle şeyler”
Sonra bana döndü ve
-“Çok hassas olurlar”  
Bundan sonra ben de çok hassas olacaktım.
Bugünden bir anekdot:
Sabah Leyla’yı okuluna bırakırken ona “Dünya Kadınlar Günün kutlu olsun kızım” dedim, bana dönüp, “Doğum günüm mü?” dedi. “Hayır” dedim, “Bugün Dünya Kadınlar Günü ve sen de bir kadınsın.” Çocuklar inatçı yaratıklar. “Ben kadın değilim ben Leyla’yım” dedi. “Bence sen inek arabasısın” dedim ve olağan atışmamızı yaşadık.
Öncelikle Leyla’nın ardından tüm kadınların Dünya Kadınlar Gününü kutluyorum. Çok sevdiğim bir kadının da kadınlar gününü buradan kutlamak istiyorum. Sanırım başka fırsat bulamayacağım.
     
Leyla Engin
Doğum tarihi: 03.12.2007
Kütle: 3310 gr.
Boy: 50 cm.