23 Mart 2011 Çarşamba

Yalnız Başımayım

“Hayır” dedim kesin bir dille. Yapamazdım, aldığım onca terapinin, Phuket adasına taşınmamın ve bu coğrafi güzellik sayesinde kendi halinde bir hayat kurmamın, o günleri geride bırakmamın tatlı mutluluğunu bir anda elimin tersiyle itemezdim. Çok acı çekmiştim, çektiğim acıların birazını bile anlamayacak olan adamlardan biri karşımdaydı şimdi. Yalnızlığımdan değil, bu güzel adanın yerlilerinden öğrendiğim saygıdan mütevellit onu barınağıma kabul etmiş ve kendi rekoltemden yeşil çay demlemiştim. Şimdi benim bu sade hayatıma girmiş olan şehirli genç beni bir kez daha göreve çağırıyordu. Hayır, benim geride bıraktıklarım umurunda bile değildi. Iphone 4’ü bir tek ben kırabilirmişim. “İki ay daha bekleyin, gelir Türkiye’ye” diyemedim. Onunla yürümeye başladım, Phuket adasından Eminönü’ne doğru.
İşten ayrılma kararını verdikten sonra beni ne arayan ne de soran olmuştu. “Geri gel Borga sana çok ihtiyacımız var, müşteriler çılgın gibi seni arıyor, senin yazdığın metinleri döndürüp döndürüp kullanıyoruz.” demedi kimse. Oysa çekmecemde eskizlerimi bırakmıştım gelecek nesiller onlardan yararlansın diye ama ben kalktıktan sonra masamı direkt yakmışlar.
Beni aramıyorlardı ama bir iş yerinin aradığı bir şahıs vardı, o da kendisini kapıdan uğurlarken kucağımda tuttuğum bebeğin annesiydi. Leyla 3 aylık olmuştu ve ben ilk bakıcılık deneyimime başlıyordum…


Cihangir sınırları içinde yaşamak için buzdolabınızda olması gereken maddeler vardır. Kahvaltıda yiyemeyeceğiniz peynirler, anne yapımı olmayan reçeller, kaliteli bir görünüme sahip ama ancak sarhoş olununca içilebilen ve “Ağızda bıraktığı kekremsi tadı sevdim” dedirtecek bir şarap gibi. Muhtarlar gelip perşembe günleri bunları kontrol ederler. Eğer Cihangirde oturuyorsanız ve üstüne üstlük bir de bebeğiniz varsa buzdolabınızda bulunması gerekenlere bir yenisi ve hatta en önemlisi ekleniyor. SÜT. Anne sütü.
Anne evde yokken, sütü buzdolabında duruyor. Bunun için anne bir prosesten geçiyor ve sonucunda sütlerini buzdolabına koyabiliyor. Beyler sakin olun, bu işlemi izlemesi sandığınız kadar cezp edici değil. Sütlerin dolabın dondurucu bölümünde saklanması gerekiyor. Eğer dondurucunuz no-frost ise sütleri aylarca saklayabiliyorsunuz. Eğer yes-frost ise sütlerin bir haftadan fazla durması sakıncalı. Bizim dolap “Yes” sınıfında olduğundan ben o dönem sürekli muz likörü süt içiyordum.
Sütler donuk vaziyette dolapta duruyor tamam ama bebeklerin konuşamadığı gerçeğini asla unutmayalım. Bir bebek acıktığı zaman ağlamaya başlıyor, siz bebeğin yanına gidip “Ne oldu bebeğim, acıktın mı? Beş dakika sonra sütün hazır olacak.” diyemiyorsunuz. Eğer sütün hazırlanma süreci beş dakika ise o beş dakika boyunca bebeğiniz ağlıyor. Teknolojik gelişim bunun için bir alet icat etmiş. Siz sütü biberonla içine koyuyorsunuz, isterseniz bırakıp gidiyorsunuz, o alet sütü bebeğinizin içebileceği sıcaklığa getiriyor ve o sıcaklıkta tutuyor. Misal siz o sırada bir bölüm dizi izleyebilirsiniz, sevdiğiniz bir müziğe eşlik ederek kendinizi Carnegie Hole’da hissedebilirsiniz ya da küveti doldurmaya başlayabilirsiniz. Ama ağlayan bir bebeğiniz var, ne kadar çabuk olursanız o kadar iyi oluyor sizin psikolojiniz için.
Ben de teknolojiden vazgeçip direkt kaynar suya yatırma yöntemiyle donuk sütleri çözmeye ve arzu edilen sıcaklığı bileğe dökme yöntemiyle ayarlamayı tercih etmiştim. Bebeklerin biyolojik olarak çalar saatten farksız olduğunu anladığınız zaman o teknolojik aletleri kullanmaya başlıyorsunuz zaten; “Evet Leyla on dakika sonra acıkır, ben sütünü hazır etmeye başlayayım.” diyorsunuz. Lütfen bütün bebeklere “Leyla” demeyiniz.
3 aylık bir bebeğin yapabileceği şeyler sınırlı. Süt içmek, kaka yapmak, uyumak ve kusmak dışında pek bir şey yapamıyorlar. Leyla üç aylıkken bu saydıklarımı eksiksiz bir biçimde yerine getiriyordu. Kendime daha çok vakit ayırabiliyordum, bu dönem Dallas dahil olmak üzere bir çok diziyi izleme şerefine nail olmuştum. Bunun üzerimde yarattığı etki şu yönde idi;
Leyla ağlar… “Ne oldu Leyla, her zaman ki gibi ağlıyorsun. Aman tanrım, Leyla’nın ağlama sebebini bulalım mı? Evet hemen ona DNA testi uygulayalım, fakat fakat Leyla, ağlama ağlamamalısın, daha güçlü olmalısın… Peki siz Leyla hanım daha önce ağladığınızı babanıza söylemiş miydiniz.” Bu son kısımda Show Tv açmış olmalıyım…
Bir şeyler okumaya, bir şeyler yazmaya çalışmak yapmak istediğim en önemli şeylerden biriydi ama hem kendi tembelliğimden hem de bebeklerin tam siz konsantre olduğunuz anda ağlayabilmelerinden dolayı bu eylemimi gerçekleştiremiyordum.
Bebekler şöyle hareket ediyorlar:
Evet uyumalıyım, çünkü biraz önce çene kaslarım çok yoruldu. Zaten gözlüklü adam da beni kucağına aldı ve bir sürü pış pış yaptı. Bu pış pış nedense kendimi çok rahatlamış hissettiriyor. Şimdi gözlerimi kapatıp o karanlığa geri dönmeliyim. Ama bir dakika beni beşiğe yatırdığı anda kütüphaneye koşan gözlüklüye ufak bir ders verelim. Evet sayın gözlük, bir sayfa daha çevirin… Şimdi başlamalıyım…
Bu durumlar göz önünde bulundurulduğunda Leyla’nın dışarı çıkması gerektiğine hükmettim. İlk gün Leyla’yı tek başıma dışarı çıkardım. Biraz önce bahsetmeye çalıştığım süt ritüelini dışarıda tek başıma yapabiliyordum elbette: Termostan sütü çıkar Leyla’ya içir. Peki ama benim sosyal bir yaşantım olmalıydı. Sadece bir cadde boyu gezmek, gelen tebrikleri kabul etmek benim istediğim sosyal yaşantıyı karşılamıyordu.
Ama Leyla ile yalnız kaldığımız ve onu dışarı çıkardığım bu ilk günde iki şeyi keşfettim. Bir, birçok kişi size bakıyor ve size bir şeyler söylemek istiyor – ki bu tanımadığın kişilerle diyalog başlatmak için süper bir yöntem-  İki, benimle Leyla'yı gezdirmek görevimde  iyi niyetleriyle bana yoldaşlık eden muhteşem arkadaşlarımı bazı!!! Emellerime alet edebilirdim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder