9 Mayıs 2011 Pazartesi

Küçük Bir Mucize

Yaşamanın zor olduğu bir ülkede bulunduğumuz için mi yoksa nazar denilen uhrevi bir olgunun varlığı çevremizde olduğundan mıdır bilinmez; bizim insanımız hep kötüyü düşünür, kendini kötüye hazırlar. Pesimistler dört bir yanımızı sarmıştır, kuşatmıştır, sürekli size hayatın sillesini bir gün yiyeceğinizden bahsederler.
İlkokula başlarsınız “O kolay sen bir de liseyi gör.” derler, lise ceketini giyersiniz “Lise kolay üniversite sınavını kazan.” derler. Gün gelir üniversite sınavına girersiniz “Sorun kazanmak değil, iki üç üniversite dışında girsen ne olur ki?” diye söylenirler.
Evlenirsin “Ayvayı yersin”, “Bekarlık sultanlıktır” dediğinde ise “Hangi sultan donunu yıkamış” argümanı ile karşılaşırsın. Hatta işi o kadar ileri götürürler ki; elinizdeki loto biletini sallayarak “Ah şu bilete 4 milyon isabet etse” dediğinizde bir büyüğünüz “O kadar para adamı bozar.” der.

Mutluysanız ya da mutluluğunuzun yakın olduğunu hissediyorsanız birileri gelip size “Dur fazla rahatlama, nasıl olsa rahatın bozulacak.” der.
Baba olacağımı öğrenen biri soru soruyor:
“Ne kadarlık hamile şimdi?”
Cevap çok basit. Soruyu göğsümde yumuşatıp sağlam bir voleyle cevabını veriyorum.
“Dört ay.”
“Aman aman aman… En güzel zamanları…” Buraya kadar her şey normal, ama devam ediyor.
“En güzel zamanlarınız, keyfini çıkarın, bir ay sonra başlar sorunlar.”
Buyurun. Belki bir şey olmaz ama hayır, illa ki olacak o sorunlar. Biz hiçbir şey olmadan atlattık hamileliği. Leyla’yı görmeye gelenler başladılar sevmeye…
“Ay çok tatlı. En güzel zamanları, keyfini çıkartın. Bir ay sonra başlayacak ağlamaya.”
Aradan bir ay geçer, sanki takviminde işaretlemiş gibi arar sizi hazırlamaya çalışan kişi.
“Nasıl gidiyor?”
“Her şey gayet yolunda.”
“Başlar yakında azap geceleriniz.”
Bu insanlar farklı farklı insanlar ve sizin yanınıza geliyorlar. Gelip sizi geleceğin kötü günlerine hazırlamaya çalışıyorlar. Meczup hale gelip, sokakta “Kıyamet kopacak, hepimiz yanacağız, gökten meteorlar düşecek.” diye bağıran sakallı amcalardan hiçbir farkları yok ama ben sigorta şirketleriyle bir ortaklıkları olduğunu düşünüyorum.
Leyla dünya üzerindeki 7. ayını yaşıyordu ve gayet mutluydu. Anne sütünden yavaş yavaş ayrılmaya başlayan Leyla’nın tek sorunu kilo alma ivmesindeki azalmaydı. Kilo alıyordu fakat eski hızında değildi. Bunun için kimi zaman doktora gidiyor, beslenme konusunda kendisine danışıyordum. Yemek tarifleri, yeni yemek denemeleri, yeni mama tavsiyeleri derken günümün yarısından fazlası Leyla için yaptığım yemeklerle geçiyordu. Leyla’nın yemek yemesinde gözle görülür bir problem yoktu ama kilo alma hızı hala eski ivmesinde değildi. Bu duruma doktor yeni bir teşhisle cevap veriyordu. Dişler geliyor.
Bu teşhis bana felaket tellallarını hatırlatıyordu bir kez daha.
“Daha diş çıkartacak, siz o zaman görün dertleri.”
Okuduğum kitaplar, takip ettiğim internet siteleri diş çıkartmanın ne kadar zor olduğunu anlatıp duruyordu zaten. Doktorun ise Leyla diş çıkarırken yaşayacağımız sıkıntılar için verdiği tavsiyeler çok sınırlıydı.
“Bir şey yapamazsınız?”
Doktorumuz diş etlerine sürebileceğimiz bir krem reçete etti fakat günde iki kereden fazla kullanamıyorduk, bu iki kereyi de gece kullanmak isteyebileceğimizi belirtti. Birkaç gece sonra çok net anladım neden böyle dediğini.
Bir gece Leyla’nın ağlaması ile uyandım. Biberonla süt verme denemem başarısız oldu, altı kuruydu, ateşi yoktu, gazı yoktu… Bilinen sıkıntıların hiç biri o an yoktu. Dişlerini kaşıması için yanına koyduğumuz muhtelif çap ve ebatta plastik mühimmatı sırayla ağzına sokuyor, bir müddet sonra sıkılıp ağlamaya devam ediyordu.
Kucağıma almam, müzikle rahatlatmaya çalışmam, ona tatlı sözcükler fısıldamam kar etmiyordu. Leyla o gece sabaha kadar hiç durmadan ağladı. Yorulduğu birkaç kere sadece 20 dakikalık uykulara dalıyor sonra ağlamaya devam ediyordu. Kremi kullanabildiğim zamanlarda 20 dakikalık uyku süresi 1 saate uzuyordu.
Leyla o gece sabaha kadar aynı tempoda ağladı. İkimizde yorgun ve bitap düşmüş halde günü karşılarken Leyla aynı ağrıların gündüz de devam ettiğini hatırlattı. Sırayla telefon konuşmaları yapmaya başladım. Bilim insanlarına danıştığımda yapılacak hiçbir şey olmadığını söylediler. Diş çıkartan çocuk için yapılacak tek şey vardı, bırakınız ağlasın. Bilimi değil tecrübeyi baz almış kişilere danıştığımda da aynı tepkiyi aldım.
“Diş çıkaran bebek mi? Ağlar onlar…”
Bunu görebiliyorum, hatta duyabiliyorum. Ama çekilen bu acıyı yok etme şekli yok mu? Hayır yok…
Kitaplara danıştığımda aynı tavsiyeyi gördüm. Bir kitap aynen şöyle diyordu:
“Bir ebeveyn için çocuğunun ağlamasına katlanmak zorunda kalmak gerçek bir sınavdır. Bakalım bu sınavdan alnınızın akıyla çıkabilecek misiniz?”
O akşam Leyla’nın diş etlerine yeterli miktarda ilaç sürerek onu uyuttum, bu arada internet araştırmalarına devam ettim. Bu başa çıkılması güç durumla ilk defa ben karşılaşıyor olamazdım. İnternet sitelerinde bebeklerin diş etlerine şarap ya da isteğe göre rakı sürülebileceğini öğrendim. Alkolün beyne verdiği zararı bilen biri olarak bu tavsiyeyi uygulamamaya karar verdim.
Leyla bir iki saat sonra ağlamaya başladı tekrar. Demek ki sınav başlamıştı. Leyla hıçkırıklarla ağlıyor, herhangi bir şey onu susturmuyordu. Leyla bir yandan ağlıyor, kapısının önünde, yorulsun ve uyusun diye umut eden ben bir yandan ağlıyordum. Bir süre sonra dayanılmaz hale gelen ağlamalar sonucunda bakkala koşup bir ufak rakı aldım ve oturup afiyetle içtim.
Eğer Leyla içeride olmasaydı ve ben aynı ruh hali içinde olsaydım bırakın bir ufağı, bir büyük hatta bilumum uyuşturucuyu kullanabilirdim ama Leyla’nın içeride ağlıyor oluşu beni alkol almaktan da alıkoyuyordu. Leyla’nın ağzına alkol sürmek ise bilimsel olarak çok mantıklıydı aslında. Alkol hem ağız ağrısını azaltacak hem de sarhoş olup uyumasını sağlayacaktı. Fakat küçükken masada babasının rakısını içtiğini övünerek anlatan arkadaşlarımın benden çok farklı düşüncelere ve kariyere sahip olmaları beni bu düşünceden de alıkoyuyordu.
Bu durumda sabahı karşıladık… sabah kahvaltısında da sadece süt içen Leyla için öğle yemeği hazırlıkları başlamıştı. Diş etlerinde yaşadığı azaptan dolayı yemek de yiyemeyen Leyla için çeşitli yemekler yapmaya çalışıyordum. Bir miktar pilav, makarna, kabak yemeği… zenginleştirilmiş menü Leyla için bir anlam ifade etmiyordu. Çektiği acıdan yemek yiyemiyordu Leyla.
Bu esnada benim de insan olduğum aklıma geldi ve sabah kahvaltısı da dahil olmak üzere hiçbir şey yemediğimi hatırladım. Kendime yemek yapmak için buzdolabında kalan malzemelere bakıyordum. Kimse kusura bakmasın; özverili bir baba olabilirim ama o tuzsuz pilavı ve makarnayı, hele püre haline getirilmiş kabağı asla ağzıma sürmeyecektim.
Buzdolabında taze soğan ve patates bulabildim. Dışarıdan yemek söylemek mi yoksa bunlarla bir menü mü sorusuna, aynı zamanda oyalanmak için de, “Bunlarla bir menü” cevabını verdim. Taze soğanı ve ince doğranmış patatesleri zeytinyağında kavurup, biraz ateşte çevirdikten sonra üzerine köri döküp biraz daha pişirirsem güzel olabileceğini düşündüm.
Soğanları doğramaya başladım. Mutfağın kenarında yemek koltuğunda oturan Leyla bir yandan ağlıyor bir yandan önündeki masaya vuruyordu. Kesinlikle sinirli değildim, ama çok üzgündüm. Bir anda kendimi elimde taze soğanla Leyla’ya yalvarırken buldum… Mucize bu esnada gerçekleşti.
Zamanın yavaşladığını benim içimde ise bir şeylerin hızlandığını hissettim. Bulutlar hiç görmediğim kadar büyük bir hızla hareket ediyor, ben ise kendi kalp atışlarımı duyabiliyordum. Kafamı tekrar yukarı, gökyüzüne, çevirdiğimde bulutların önce birbirleriyle karışıp ardından bir koreografi belirlemişlercesine açıldığını gördüm. Bulutların açıldığı aralıktan bir ışık huzmesi belirdi. Parlak beyaz diye tarif edebileceğim aslında daha önce hiç görmediğim bir renge sahip ışık penceremden içeri girerek taze soğanın üzerinde yoğunlaştı. Leyla çok yavaş hareketlerle elimdeki taze soğana uzandı, karşı gelemedim, adeta bir güç tarafından esir alınmıştım, Leyla taze soğanı elimden alıp ağzına götürdü.
Önce taze soğanı Leyla’nın elinde almaya çalışacaktım ama suratının ifadesini merak ettiğim için bekledim. Leyla büyük bir iştahla taze soğanı kemirmeye çalışıyordu. Leyla taze soğanın cılkını çıkarıp masanın üzerine attı. Yaklaşık 15 dakika süren bu işlem sırasında Leyla mutluydu. Taze soğanın işkencesi bittikten sonra da Leyla artık ağlamıyordu. Yaklaşık iki saat sonra Leyla tekrar ağlamaya başladığında ona bir taze soğan daha verdim. Sonuç: pozitif…
Sonuç olarak biz diş çıkartma günlerini yaklaşık bir demet taze soğanla atlattık. Tek sorun 1,5 adana yemiş gibi kokan kızımı öpmeye çalışmamdı… Ama mutluyduk. Merak edenler içinse; zeytinyağı ve köride kavrulmuş patates ve taze soğan yediğim en güzel yemeklerden biriydi.
Not: Leyla şu an 3,5 yaşında ve hala bana “En güzel zamanları. Arayacaksınız bu günleri.” diyorlar.
   

10 yorum:

  1. eskiden çalıştığım şirkette arkadaşlarımdan biri 'günaydın' ve 'iyi akşamlar' yerine 'hepimiz ölücezzz' derdi :))))
    bu daha iyi günleriniz :)))

    YanıtlaSil
  2. İyi tavsiyeymiş. Bunu aklımda tutmaya çalışayım. Karanfil işe yaramaz mı ki? Benim dişim ağrıdığında çok faydasını görmüştüm.

    YanıtlaSil
  3. yazının sonuna kadar gelmeden belki 5 kez içimden taze soğanı denesiydin keşke diye geçirdim. sonunda denediğini görünce aynı ışık hüzmesine benzer bişey görmüş biri olarak sevindim:))

    YanıtlaSil