20 Mayıs 2011 Cuma

İnsanlar Konuşa Konuşa

İnsanların size nasıl hitap etmelerini istersiniz? Aslında çok utandığım bir gerçeği sizlerle paylaşmaktan çekinmeyeceğim. Ben bir İngiliz unvanı alabilmek için birçok şeyimi feda edebilirim. Bir at için krallığını veren 3. Richard neyse, basit bir “Sir” unvanı alabilmek için çırpınan ben de oyum.

Tabi bugüne kadar Buckingham Sarayı civarında dolaşmışlığım yoktur, adanın herhangi bir yerinden toprak almak gibi bir girişimim de olmadı. Bir albüm çıkartayım milyonları koşturayım ya da spektaküler bir film çekeyim ödüllerle beraber sir unvanını da alayım da demedim.

Açıkçası “Sir” unvanının hayat boyunca ne işe yaradığını ya da yarayacağını bilmiyorum; York dükü olsam kaç metrekare toprak verirler bilmiyorum ama o “Sir” unvanını küçüklüğümden beri fetiş derecesinde istiyordum. Konuyla ilgili en somut adımım bir bankada hesap açtırırken olmuştu. Banka kartımın çıkması için bilgilerimi bir başvuru formuna kaydederken “UNVAN” kısmına gözümü karartıp “Sir” yazmıştım. Formu değerlendiren kişiler “Tıynetsiz” diyerek kale bile almamış olacaklar ki kartım gayet “Borga Engin” ismiyle gelmişti.

Leyla 8 aylıktı… “Sir” unvanını hala alamadığım için üzülmeyi bırakın, beni Galler Prensi ilan etseler görecek gözüm yoktu. Bir yandan hızla hareketlenen Leyla ile ilgilenmek bir yandan da evden çalışarak para kazanmak durumundaydım. Açık konuşmak gerekirse evde çocuk varken ve bu çocukla sadece siz ilgileniyorsanız çalışmanız çok zor. En azından benim için öyleydi.

Kullanabileceğiniz bütün boş zamanları kullanarak çeşitli işler yapmaya çalışıyorsunuz. Belki bebekler büyüyüp “çocuk” haline geldiklerinde durum farklılaşıyor ama “bebek” kısmında hem çalışmak hem de bebekle ilgilenmek zor bir şey.

Yemek yapmak, yemek yedirmek, ortalığı temizlemek, bebeği temizlemek, çamaşır yıkamak yapmanız gereken işler. Bir de bebeğin sağlıklı gelişmesi için bebekle nitelikli zaman geçirmeniz gerekiyor. onunla ilgilenmeli, konuşmalı, oyunlar oynamalısınız. En çok zaman alan ve aslında en çok sabır gösteren kısım burası. Çünkü, bir sır vermek gerekirse, bebekler pek konuşmuyorlar. Leyla’ya özel bir durum olduğunu zannetmiyorum. O ana kadar gördüğüm bebeklerin büyük kısmı konuşmak istemiyorlardı.

Nelerden bahsetmek istemedim ki? Onun ilgi alanına girebilecek çizgi kahramanlar, ileride okuyacağı okul (İTÜ Atom Mühendisliği’nden bahsetmedik elbette),Gülben Ergen’in bebeği… bu konularda hiçbir görüşünü alamadım kendisinin. Biraz daha ileri gitmek istedim. Güncel olaylarla ilgili konuştuğumda ise sürekli ağladığını keşfettim. Sanırım o da ülkede parti kapatılması konusunda benim kadar hassastı. Sonunda bebeklerin konuşmadığını anladım…

Dolayısıyla Leyla ile ilgilenirken çalışmam çok zordu ama hem psikolojik hem de maddi sebeplerden çalışmak zorundaydım. İşte bunları düşündüğüm günlerden birinde telefonum çaldı. Arayan kişinin ses tonu karşısında önce kalkıp pijamamın önünü iliklemek durumunda kaldım. Telefonun karşısında öylesine tok sesli ve kendinden emin konuşan bir adam vardı ki hazır ola geçmiş konuşuyordum.  Beyefendi dergilerden birinde çıkmış olan bir yazımı çok beğenerek editörü vasıtasıyla benimle iletişime geçmişti ve bana yazmaktan mutluluk duyacağım bir yazı yazdırmak istiyordu. Tam göbek atmaya başlamıştım. Ayrıntıları mailime göndermesini istediğimde yüz yüze görüşmek istediğini dile getirdi.

Arkadaşlarımdan biriyle yaptığım son iş toplantısına Leyla’yı da götürüp işi kaybettiğimi düşünürseniz bu toplantıya yalnız gitmek istedim. Müstakbel işverenimin ofisi 4. Levent civarındaydı ve 2 saat içinde ofiste toplanmamızı istemişti. Ulaşım problem değildi ama Leyla henüz evde yalnız kalabilecek düzeyde değildi. Yani düşünün; “Evde kalabilir misin Leyla?” diye sorsam cevap bile veremiyordu…

Aklıma gelen ilk ismi aradım… Hindistan’dan yeni döndüğü için hala çalışmayan Attila. Önceki yazılardan hatırlayanınız olacaktır; Leyla’yı beraber merdivenlerden düşürdüğümüz Attila.

Hemen arkadaşımı aradım. Seve seve kabul etti ve 10 dakika sonra evdeydi. O gelene kadar Leyla’nın yiyebileceği ve içebileceği şeyleri hazırladım. Kıyafet, bez, ıslak mendiller, periyodik tablo, cetvel, pergel, iletki ve gereken diğer her şeyi bir masanın üzerine dizdim. Attila geldiği zaman ona yapılacakları anlattım.
“Bak Ati, eğer ağlarsa önce süt ver, ardından su ver, ağlamaya devam ederse kucağına al, altını yeni değiştirdim, çok rahatsız olacağını zannetmiyorum ama ağlamaya devam ederse altını kontrol et. Eğer kaka varsa bezini çıkartıp at. İlkini saklamıştık, bunları saklamıyoruz. Poposunu yıkadıktan sonra hemen yeni bezi tak. Eğer yeni bezi takmayı beceremezsen bırak açık kalsın, sadece kıyafetini giydir.”

“Borga, kolay olacağını zannediyorum,  neden bu kadar heyecanlanıyorsun ki? İlk defa bebek görmüyorum ben.”
Bu lafı duyduktan sonra karşısındakine güvenmeyip devam eden ebeveynler vardır. Tabi ki ben de onlardan biriyim.

“Tabi ki ilk defa görmüyorsun ama bak eğer daha çok ağlarsa en sevdiği oyuncağı pembe hipopotam.”

“Ben oynamam oğlum hipopotamla.”

“Geyik yapıp durma. Bak burada ilaçları var, ateşi çıkarsa bunu vereceksin.”

“Borga sen kaç günlüğüne gideceksin?”

Ben bütün söyleyeceklerimi söylemiştim. Zaten küçük bir kağıda yazıp bazı direktifleri imzalatmıştım…

Hemen motosiklete atlayıp görüşmeye gittim. Toplantıya girerken telefonumun açık olacağını, Leyla’nın evde olduğunu belirttim, anlayışla karşıladılar.

Gerçekten yazmaktan keyif alacağım, hatta biraz da uzun sürecek, dolayısıyla maddi anlamda da tatmin edecek bir yazı yazmam isteniyordu. Konuyla ilgili ayrıntılar veriliyor, notlar tutuluyor, daha önce yapılmış araştırmalar gösteriliyordu. Yavaş yavaş konu paraya doğru ilerliyordu. Hedefimde, elbette, kendimi ağırdan satarak daha fazla para almak vardı. Bunun için de biraz daha bilgimden ve daha önce yazdığım şeylerden bahsetmek kendimi anlamsız yere övmek istiyordum. Tam “Bu işi bana verirseniz Pulitzer, olmadı Sedat Simavi ödülünü alırız” diyecektim ki telefonum titremeye başladı. Hemen baktım arayan Attila’ydı.

“Kusura bakmayın, bebeğimle ilgili buna bakmak zorundayım” dedim.

“Tabi tabi rahat ol lütfen” dediler.

“Efendim Attila?” diye yanıtladım telefonu. Sesimden endişemin belli olmaması mümkün değildi.

“Abi ne zaman geleceksin?” dedi Attila

“Ne oldu? Ne oldu?”

“Abi kız sanırım seni istiyor.”

“Attila beni nasıl istesin, ne dedi ‘Borga’yı iki dakika içinde odamda istiyorum’ mu dedi?”
“Abi kız ‘Baba’ diyor.”

“Ne ‘Baba’ mı diyor?”

“Evet abi resmen ‘Baba baba’ diye ağlıyor.” dedi Attila.

Kızım ‘Baba’ diyordu ve ben bir toplantıdaydım. Bunu görmem daha doğrusu duymam gerekiyordu. O an şunu düşündüm; bir insan kendisine başka nasıl hitap edilmesini ister ki?

“Şimdi size çok garip gelecek ama ben gitmek durumundayım.” dedim.

Durumu tam olarak kavrayamamalarına rağmen elbette anlayış gösterdiler. Ama pazarlık meselesi telefonda yapılacaktı.

Hızla motosiklete atlayıp eve doğru sürdüm. Düşündüğüm tek bir şey vardı. Kızım, “Baba” demişti ve ben onun yanında değildim… kapıyı açıp içeri girdiğimde gördüğüm manzara ile şok oldum…

Kızım, benim biricik aşkım, Attila’nın kucağındaydı. Elini Attila’nın ağzına sokmaya çalışırken, ona “Baba baba” diyordu…

3 yorum:

  1. ben de Tibet bana ilk "Anne" dediğinde anneliğin ne olduğunu anlamıştım :) siz yine şanslısınız, bizim oğlan aylarca babasının peşinde de "anne" diye koşmuştu :))))

    YanıtlaSil
  2. en guzel is bu olsa gerek (:

    YanıtlaSil