28 Şubat 2011 Pazartesi

Bir İnsanın Doğuşu

Taksiye binerken aynı anda telefonla konuşuyordum. Doktoru aramış ve durumu aktarmıştım. Sadece su geldiği, sancı olmadığı için telaş yapmaya gerek yoktu. Sadece hastaneye gidip acilden giriş yapmamız gerekiyordu. Taksi akşam trafiğinde yavaş yavaş ilerliyor, biz ise arka koltukta gevrek gevrek Leyla’nın çıkmak için seçtiği mekana gülüyorduk.
 Bu esnada yapılacak bir şey var arkadaşlar. Hamilelik boyunca sizin yanınızda hop oturmuş hop kalkmış bazı arkadaşlarınız var, aileniz var, sizin o an yanında olmasını istediğiniz kişiler var. Bütün bu kişilerin aranması gerekiyor. Bundan sonra, eğer çocuk yapmaya karar verirsem bir telefon zinciri oluşturmaya karar verdim, o gün ödediğim telefon parasıyla 10 paket bez alabilirdim. Herkesin kendinden sonra araması gereken birisi olsun o da ona haber versin arkadaşım. Tamam, ismi kötü olacak ama Afet Koordinasyon Merkezi gibi bir şey.
Ben bu telefon konuşmalarını yaparken trafikte milimetrik hızda ilerleyen taksi şoförü bana kulak kabarttı. Benim “Alo, hocam nasılsın? Bak şimdi, biz de iyiyiz, su geldi ve hastaneye gidiyoruz.” laflarımı duyup kendi içinde bir alarm mekanizmasını devreye sokan şoför bir anda direksiyonu kırdı: -“Abi yenge doğum yapıyor sanırım, hızlanayım mı?”
Adamın hızlanabileceği tek yer kaldırım, orada da çiçekçiler var. Zannediyorum kendisi bir heyecan, bir aksiyon arayışı içinde olduğundan hızlanmak ve kaldırımlarda araba kullanmak istiyordu. Heyecanlanacak bir şey olmadığını söyleyerek onu durdurdum ama acil bir durumda kaldırımda gidebilecek cesarette insanların olması da beni biraz rahatlatmadı değil.
Hastaneye ulaştığımızda telefonla aradığım arkadaşlardan bazıları bizi acilin önünde bekliyorlardı (lütfen trafiği tahayyül ediniz). İçeri girdik, bir odaya alındıktan sonra doktor geldi. Gerekli açılma olmadığı için acilden odamıza çıkabilirdik. O günden beri biliyorum ki bu dünyada bazı şeylerin doğabilmesi için gerekli açılımların olması şart.
Odaya çıkıldı ve bir serum aracılığı ile suni sancı verildi. Sanıyorum suni sancı bebeğin rahatsız olup dışarı çıkmasını sağlamak için yapılan bir şey. İşte tam burada yepyeni bir dünyaya adım atıyoruz sevgili Romalılar.

Previously On Babalara Balon: Hamilelik birinci evreden sonra farklı bir gelişim seyrediyor. Evreleri tekrar hatırlamamız gerekebilir:
1- Le Fabuleux Destin d’Amelie Poulain (Jean Pierre Jeunet, 2001)
2- Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo (Sergio Leone, 1966)
3- Apocalypse Now (Francis Ford Coppola, 1979)
Eğer hamilelik bu üç evrede incelenirse bu sancıları şöyle özetleyebiliriz:
The Texas Chainsaw Massacre (Tobe Hooper, 1974)
Bunu ben yaşamamış olmama rağmen söylüyorum bunun da farkındasınızdır umarım. Doktor serumu bağladıktan sonra şöyle dedi:
-“Güzel kızım, bunu söylemek istemezdim ama az sonra hayatında yaşadığın acıların en büyüğünü yaşayacaksın.”
Bunu söylemesi ne kadar doğruydu bilmiyorum ama sanırım söylenmesi gerekiyormuş…
Bu esnada annenin karnına gene monitör bağlanıyor. Bu monitörde bir öncekinden farklı olarak bir de ağrı skalası var. Hangi birimden olduğunu bilmediğim bu ağrı skalasını şimdi hatırladığım kadarıyla 100 üzerinden değerlendireceğim.
Saat: 18.30
30 birim ağrı:
-“Oooo! Demek ki böyle bir şeymiş? Ufak ufak yokladı ha, şimdi hissettim işte.”
Saat: 18.48
50 birim ağrı:
-“Aaaaa! Bu acıttı işte. Bu gerçekten acıttı.”
Saat: 19.00
60 birim ağrı:
-“Hıyaaa” yataktan kalkmaya çalışarak…
Bu arada doktor geldi:
-“Evet tam istediğimiz gibi gidiyor. Böyle giderse saat 22.00’de doğumu yapabilirim sanırım.”
22.00 mi? 2 saat var hocam. Sevgilim o makinedeki sayıları okuyamıyordu ama ben daha 60 birimdeyken bu bağırmaları duyunca 2 saatte neler olabileceğini kurgulayabiliyordum. Lütfen beni bu durumdan kurtarın.
Saat: 19.30
70 birim ağrı:
Yatağın kenarında bulunan tutunma edevatlarını sıkarak; “Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa!”
Hollywood filmlerinde en komik (!) sahnelerden biridir. Erkek kadının yanına yaklaşır ve elini uzatır, kadın onun elini sıkar, erkek kadından daha çok bağırır... Ben de tıpkı Hollywood filmlerindeki gibi yanına gidip elimi uzattım:
-“Geçecek hayatım, çok az kaldı”
-“B.k geçecek! Aaaaaaaaaaaaaaaaaa”
Buyurun. Baba olmak bu işte. Buyurun.
Saat: 20.00
80 birim ağrı:
“Odadaki herkes s.ktirsin gitsin dışarı. Sen kal.”
Oradaki 2. Tekil kişi benim… teşekkür ederim.
Doktor içeri girer; -“Aferin kızım, çok iyi dayanıyorsun. Tam istediğim gibi açılıyor. İki saatimiz kaldı. -“Doktor bey, doktor bey. Değil iki saat bir dakika bile dayanamayacağım. Epidural mi ne b.ksa hemen bağlayın onu, yalvarırım…”
-“Hayır kızım bağlayamam, artık o noktayı çoktan geçtik.”
Hangi noktayı geçtik hocam, ne sınırı? Doktor bana başıyla benimle gel iki dakika işareti yaptı. Odanın dışına çıktığımızda beni rahatlatan açıklamayı yaptı:
-“Merak etme, epidural vermemek için öyle dedim. Vermeyeceğim yani.”
Çok teşekkür ederim doktor bey. Bari bana morfin falan verin.
Şakası bir yana en çok üzüldüğüm şeylerden biri benim o ağrıyı hissedemeyecek olmam. Bunu yalakalık olarak algılamak isteyenler olabilir ama ciddi bir şekilde şunu dile getirmek istiyorum. Hala kafamda aynı düşünce var: Acaba çocuğumla aramda o sancı yüzünden eksik bir bağ olacak mı?
Saat: 20.45
85 birim ağrı:
-“Borga, birileri sırtıma balta ile vuruyor.”
Bu betimleme yeterliydi benim için.
Saat: 21.15
90 birim ağrı:
-“Lütfen bana ilaç verin, beni uyutun.”
Bırakın abartmayı, gerçeklerin çok az bir kısmını anlatabildiğim bu sancı kısmı benim bile hayatımdan birkaç seneyi alıp götürmüştü.
Saat 21.30’da doktor içeri gelip doğumhaneye gidebileceğimizi söyledi.  Doğumhaneye giderken kapıdaki arkadaşlarımız doğumhaneye kadar dizilmişlerdi. Sedyenin kenarında ilerleyen ben kendimi NBA All Star maçına çıkan bir basketbolcu gibi hissetmiştim. Çak çak çak çak…
Bana gerekli kıyafetleri giydirdiler ve doğumhaneye girdik. Doğum başlamadan önce doktorun bazı hazırlıkları oluyor anne üzerinde. Bunlar tamamlandıktan sonra artık ıkınma seansı başladı. Bir ebe doktorun yanında, bir ebe hamile kadının yanında duruyor, bir çocuk doktoru hazır bekliyor bir de, acil durumlar için sanırım, anestezist hazır bekliyor. İki de hemşire… Ben sevgilimin sağ omzunun yanındaydım. Doktor “Ikın” dediği anda ıkınmaya başladı. Ben de…
Olmamıştı. Doktor kafasını kaldırıp;
-“Bak kızım çok az kaldı, bir kere çok kuvvetli, nefes bile almadan ıkınırsan bu işi bitiririz.” Dedi
-“Söz mü?” dedi sevgilim.
-“Söz kızım. Haydi şimdi ıkın” dedi.
Saate baktım 21.51’di
10 saniye sonra Leyla doktorun ellerindeydi. 12 saniye sonra Leyla annesinin göğsünün üzerindeydi. 13 saniye sonra ben Leyla’ya dokunmuştum… Leyla da bana dokunmuştu…  

25 Şubat 2011 Cuma

Alemin Kraliçesi Geliyor Geliyor Geliyor

Sonunda DNA haritamız hazırdı. Ornitorenk embriyolarından aldığımız örnekler üzerinde yaptığımız çalışmalarda neredeyse sona gelmiştik. DNA haritasını çıkardığımız ornitorenk, insan dokularına en yakın genetik yapıya sahipti ve birçok hastalık için bağışıklık yapıları bizlerden çok daha dayanıklıydı. Katolik çevrelerinde yaptığımız araştırmalar inanılmaz tepkiler alıyordu. Biz insanlık için iyi bir şeyler yaptığımızı düşünürken Katolik çevrelerden sürekli tehditler alıyorduk.Kutu o gün elime geçmişti. Gönderen kısmında sadece “Naber Hafız? Görüşelim en kısa zamanda J” yazıyordu. “Bizimkiler kıza patik” göndermiştir düşüncesiyle paketi açtım. Elektronik geri sayım düzenekli A4 tipi, parçacık tesirli, boru tipi hazırlanmış patlayıcı karşımdaydı ve sadece 34 saniyem vardı. Hızla dışarı çıktım…

Sürekli dışarı çıkıyor, yürüyüşler yapıyorduk. Doktor bize bir sancı sayacı öğretmişti. Önce 10 dakika sıklığına gelsinler. Eğer sancılar devam edip 7 dakikaya inerlerse sancılar arasında ki zaman farkını kontrol etmeye başla. Ardından zamanları not et. Sancı zamanlarını yazarken bir yandan da sancılara birden ona kadar numara ver. Eğer çok ağrıyorsa “10” yani.

Ben bu skala için çeşitli excell sayfaları hazırlamıştım. Boynumda kronometre, ağzımda düdük, kafamda şapka, cebimde bol miktarda para, bel çantamda sigorta belgeleri, sırtımda acil durum çantası. Acil durum çantasının içinde muhtelif çap ve ebatta kıyafet, terlik, pijama, hijyen mamulleri, iç çamaşırı, krem, şampuan, votka red bull, katı sodyum ve 7-8 numara anahtar vardı. Ve tabi ki makas…

Evet arkadaşlar böyle bir çanta hazırlıyorsunuz. Eğer Kazakistan ya da Libya ile bağlantınız varsa çantanıza uranyum izotopları da ekleyebilirsiniz ama biz yapamadık. Hala suratıma vurulur.

Size bir şey söyleyeceğim:
Ne sancı var, ne bir şey. Hazırladığım excell sayfaları boş boş bana bakıyordu. Çantamız ise kapının yanında öyle duruyordu.

Bir gün bir mesaj geldi cep telefonuma:
“İyi günler amcacığım. Ben Leyla’nın okuldan arkadaşı Uygar. Leyla daha eve gelmedi mi acaba?”

Aynen bu durumdaydık. Leyla neredeyse konuşmayı öğrenmiş, bizimle iletişime geçiyordu. Ama çıkmak istemiyordu.

Yapacak bir şey yoktu ve beklemedeydik.
Aslında yapacak çok önemli bir şey vardı. Ülkemiz Sosyal Güvenlik konusunda gezegenler üstü bir örgütlenmeye sahip olduğundan sevgilim sadece özel hastaneden aldığımız raporlarla hamile olduğuna inandıramıyordu sosyal güvenlik kurumlarını. Bunun için tam teşekküllü bir hastaneden "Hamiledir" raporu almak zorundaydık. Biz de bir eğitim araştırma hastanesine gittik. Elimizde saman kağıdında devlet belgeleriyle Kadın Doğum Polikliniği’ne girdik ve durumumuzu anlattık. Hastanenin Başhekimi, aynı zamanda jinekolog olan şahıs (bakın “şahıs” diyorum “adam” demiyorum) “Ben sizin hamile olduğunuzu nereden bileyim de rapor vereyim” diyerek dünyanın en saçma sapan argümanını sevgilimin göbeğine doğru fırlattı. Leyla bile içeriden bağırdı diyebilirim.

Sinirleri bozulmuş ağlayan hamile bir kadın eğer isterse küresel iklim değişikliği hakkında ciddi şeyler yaptırabilir. Ama istemez sanırım. Cinnet noktasına gelmiş olan hamile kadını sürükleyerek dışarı çıkardım. Daha önce ağlayan hamilelere nasıl davranmamız nasıl davranmamamız gerektiği konusunda yazmıştım. Zaten işi yavaş yavaş bir rutine oturtmaya başlamıştım, onu çabuk sakinleştirebiliyordum. Ama bu çok farklıydı. Duydukça irkildiğim galiz küfürlerle Sıraselviler caddesinin bize bakmasını sağlıyorduk.
O an yapmayacağınız espriler arasında “Çocuğun yanında küfretmeyelim hayatım” var. Leyla da arada kaynadı benim yüzümden.

Biz 30 Kasım tarihini geçmiştik, 3 Aralıktaydık yani önümüzde sadece 1 gün vardı ve o an hastaneye gidip monitöre bağlanmamız gerekiyordu. Özel hastaneye doğru yola çıktık.

Monitöre bağlanma olayını size biraz anlatmam gerekiyor. Hamilelik belirli risk dönemlerine girdiğinde bebeğin kalp atışları ve hareketlerini incelemek için annenin karnına bir cihaz bağlanıyor. Bu cihaz bebeğin kalp atışlarını aynı zamanda da hareketlerini ölçüyor. Cihazdan çıkan kağıtta (EKG-EEG kağıtlarına çok benziyor) bir grafik var, bebek hareketlendikçe bu grafikte bazı değişimler oluyor. Ne kadar çok hareket ederse bebek o kadar sağlıklı demek, hareket etmemesi sağlıksız olduğunu işaret etmeyebilir elbette ama bir fikir vermiyor doktorlar için. Dolayısıyla o grafikte Leyla’nın hareketli olması lazım. Fakat Leyla gayet sakin bir çocukmuş.
Budizmi tercih eden Leyla zerre hareket etmiyordu, dolayısıyla doktor bize sürekli bebeği almak zorunda kalabilirim uyarısında bulunuyordu. Ben bağırıp duruyordum göbeğe doğru. “Leyla hadi kızım, bir takla, bir salto, hadi kızım…”

Tam o sırada bir tüyo geldi doktordan.
“Eğer göğüs uçlarını uyarırsanız, rahim de uyarılır, bebek rahatsız olacağından hareket eder, bize de fikir verir.”
Beyler sakın bu konuda da espri yapmayın.

Neyse kafama dikiş atıldıktan sonra hastaneden ayrıldık. Akşam bir kez daha makineye bağlanacaktık.

Çıkıp Tarlabaşında Nevizade sokağa yakın olan bir Kızılay Kliniği’ne gittik. Özel hastanedeki bazı kişiler oradan raporlarımızı alabileceğimizi söylemişlerdi. Oraya gittiğimizde saat 16.30 sularıydı ve doktor çıkmak üzereydi. Ultrason cihazı olmadığı için de rapor zor olacaktı ama daha önce yaptırdığımız ultrasonlarla raporu verebilecekti, ama yarın. Doktor çok yaşlı olduğundan onun yarına çıkabileceğinden emin oldum ve dışarı çıktık.

Hamile kadın bir kez daha ağlamaya başlamıştı. Kızılay binasının önünde oturmuş ağlıyordu. Onu teselli ediyordum.
-“Seni de çok yoruyorum kusura bakma.” dedi
-“O da nereden çıktı canım, keşke daha fazla şey yapabilsem.” dedim.
-“Yapıyorsun zaten teşekkür ederim,” dedi ve ekledi “Hadi senin yapmak istediğin bir şey yapalım.”
-“Şurada bir bira içmek istiyorum.” Dedim
-“Peki”

Nevizade’ye doğru yola koyulduk.

İnönü Stadyumu’nu bilenler için… Araf’ın önünde aniden durdu.

-“Borga bir saniye beklesene.”
Bu alarmı biliyordum. Çok tuvalet gelince bir dakika duruyorsunuz,duruyorsunuz… duruyorsunuz… Sonra tuvalet için koşmaya başlıyorsunuz. “Peki” dedim.

-“Borga.” dedi tekrar…
Yere bakıyordu... Yere baktım…
-“Suyum geldi” dedi.

“Hadi o zaman hastaneye gidelim” dedim… Sakindim. Sakindim ama inanılmaz bir şekilde gülmek istiyordum. Kahkahalarla gülmek istiyordum… Leyla, Nevizade'de çıkmak istedi...

Bir taksi çevirdim ve hastaneye doğru yola çıktık…
Arkadaşlar… o çanta nerede biliyor musunuz. Hala evde o lanet çanta. Çantayı bırakın lütfen; akşam trafiğinde Vali Konağı’nı geçmek durumundayız.

24 Şubat 2011 Perşembe

Gezegene yaklaşan Cisimcik


16 saatlik bir ameliyattan yeni çıkmıştım. Diyabetli bir hastaya Langerhans Adacıkları transplantasyonu yapmıştık. Dünyada bir ilkti ve Tip I diyabet tedavisi için bir devrim niteliğindeydi. 16 saat boyunca ayakta durmuş, tuvalete gitmemiş ve sürekli klasik müzik dinlemiştim. Entelektüel doktorlar olduğumuz için ameliyat esnasında klasik müzik dinliyorduk. Adacık nakilleri sırasında hiçbir komplikasyon oluşmamıştı ama klasik müzik beni yormuştu. 16 saat sürekli klasik müzik dinleyip adacık nakli yapınca içimden mırıldanmaya başlamıştım.

Ada sahillerinde bekliyorum
Her zaman yollarını gözlüyorum
Seni senden güzelim istiyorum
Beni şad et şadiye başın için

Doğuma az kalmıştı. Artık toplu taşıma araçlarına bindiğimde “İyi günler, yakında çocuğum olacak biliyor musunuz?” diyerek haber veriyordum insanlara. Utanç duyduğum bir başka davranışım ise facebookta profil fotoğrafı olarak ultrason fotoğrafı koymam oldu. Fakat benim bile neyin çocuğum olduğunu anlamadığım fotoğrafa bakıp, “Ay çok tatlı” diyen insanlar adına daha çok utandım. Şimdi düşünüyorum da belki de benim gibi bir mongolun bilgisayar kullanabilme yetisi için “Ay ne tatlıııı” diyorlardı.

Büyük karar alma aşamaları da doğum yaklaştıkça ortaya çıkıyordu. Çocuğumuz dansçı mı olacaktı yoksa dünyaca ünlü bir besteci mi? Mimar da olabilir ve Sagrada Familia’yı tamamlayabilirdi ama Nobel Ödülü alabileceği bir dalda çalışmayacaktı. Nobel kötü bir şeymiş onu öğrenmiştik.

Sevgili erkekler; alınacak kararlardan biri de doğumun nasıl olacağı ve bunda söz hakkınız yok. Acıyı ağrıyı, öncesini sonrasını çekecek olan kadına “Benim istediğim olacak kadın” diye çıkışırsanız baltayı belinize yersiniz. Belki silah seçimi ve bölge değişkenlik gösterebilir ama benim için neden silahın balta ve neden lokasyonun bel bölgesi olduğunu doğum esnasını anlattığımda anlayacaksınız.

Şimdi bir parantez açmakta fayda var. Benim burada yazdıklarım tıbbi olarak hiçbir tavsiye ya da yönlendirme anlamına gelmemektedir. Tıbbi olarak yazdıklarımın doğruluk taşımadığı da akıllarda kalsın lütfen. Bu yüzden doktor, hastane ismi vermekten kaçınıyorum tıbbi tavsiyelerde de bulunmuyorum…

Bugün doğum yapacak kadınlara birkaç seçenek sunuluyor. Bunlardan birincisi normal doğum; bütün ağrıyı acıyı hissediyor ve çocuğu doğuruyorsunuz. Bir diğeri epidural ile normal doğum; bel bölgesine takılan bir alet yardımıyla bel altınız uyuşturuluyor ve normal doğum yapıyorsunuz. Epidural ile sezaryen; aynı alet yardımıyla yine bel altınız uyuşturuluyor ve sezaryen yapılıyor. Genel anestezi ile sezaryen; uyutuluyorsunuz ve sezaryen yapılıyor… bir de Kanada’da doğum var, onu hala anlayabilmiş değilim…

Gerek tıbbi koşullardan, gerekse isteklerden birileri bir şeyleri seçiyor. Sevgilim normal doğumu tercih etmişti. Bu kararının beni sevindirdiğini söylemeden geçemeyeceğim. Bunun nedenlerini fazla kurcalamayacağım. Doğum tercihleri hassas bir konu; Bugünlerde yine yeniden gündemde. Doktorların sezaryen doğumu tercih etmelerinin en büyük nedeni bence zaman. Çünkü haftalar öncesinden size vakit verebiliyorlar. Şöyle baba adaylarıyla karşılaşmıştım;

-“Siz ne zaman bekliyorsunuz?”

-“ 17 aralık Cuma günü saat 16.27’de.”

En güzel yanı sanırım bebeğin yükselenini belirliyor oluşunuz.

İster sezaryen, ister normal doğum tercih edilsin toplum olarak yapmamız gereken bir şey var. Doğum seçeneklerine daha iyi isimler bulmalıyız. Hatta gelin bunların tıbbi isimleri varsa onları öğrenelim toplum olarak. Belki biz tamamlayamayız misyonumuzu ama torunlarımız daha iyi bir dünyaya yelken açsın.

Son muayeneden çıkarken doktor bana dönüp sordu:

-“Nasıl doğurmak istiyor?”

-“Normal doğumu tercih etti.”

-“Neden?”

-“E ‘normal’ olduğu için!”

Evet, anlamsal olarak böyle bir handikabı var, diğer yöntemler normal doğum karşısında normal olmayan bir şey anlamına geliyor sanki.

Doktor sevgilime dönüp “Gerçekten normal doğum mu istiyorsunuz?” diye sordu.

-“Evet, kesinlikle normal yapacağım.”

-“Batınınız biraz dar ama.” dedi doktor “Ölçerim yetmiyorsa sezaryen yaparım.”

-“Ben elimden geleni yapacağım” dedi.

-“Peki, o zaman. Son bekleyeceğimiz tarih 30 Kasım, ondan sonra çok sıkı kontrolle 5 gün daha beklerim, her gün iki saat hastanede olmak zorunda kalırsınız. Eğer 4 Aralık’a kadar bir değişiklik olmazsa suni sancı veririm. Suni sancının garantisi yoktur. Eğer gerekli açılma olmazsa sezaryeni yaparım. Ben bundan sonrası için risk alamam” diyerek son noktayı koydu doktor…

Bize gözüken İstiklal senin, Harbiye benim yürümekti artık. Sürekli göbeğe yaklaşıp “Hadi Leyla, gel artık kızım” diye fısıldamaktı, kimi zaman bağırmaktı. filmlerden gördüğümüz her şeyi yapmak istiyoruz ya, ilk başlarda sevgilim karnına kulaklıkları yaklaştırıp Mozart dinletiyordu…. Oldum olası Hollywood filmi sevmemiştim. Leyla çabuk gelsin diye kulaklıklara Cannibal Corpse ver ettim. Rahatsız olsun da çıksın artık diye.

Sancılı bekleyiş yeni başlıyordu… Cannibal Corpse’un “Sordum Sarı Çiçeğe” ilahisi gibi kalacağını bilseydim hiç kalkışmazdım bu işe.


Bir dönem Facebook profil fotoğrafım

21 Şubat 2011 Pazartesi

3. Evre: Apocalypse Now

Ben şanslı bir adam(d)ım. Dönem dönem şansım yaver gidiyor hala. Ama hamileliğin ilk iki döneminde rahattım. Öyle aman aman bir kaprisle karşılaşmadım. Çok ciddi kavgalar yaşamadık, sadece ben de yaşantıma biraz dikkat ettim ve ilk iki evreyi ucuz atlattım. Bunda sevgilimin de payı vardı.

Fakat üçüncü döneme girildiğinde bazı değişiklikler oluyor hamilelerde. Birincisi artık daha sık doktora gitmek zorundasınız ki bu ciddi bir sorun. İkincisi ve daha önemlisi Leyla hırçınlaşmıştı. Leyla’nın hırçınlığı değil, bütün çocuklar anne karnında hırçın oluyorlar sanırım.

Lütfen kendinizi Harry Houdini’nin yerine koyun. Tamam, belki elleriniz kelepçeli değil ama küçücük ve su dolu bir kaba hapsedilmiş durumdasınız. Kendinize yer açmanız gerekiyor. Bunun için civar iç organlara Kavimler Göçü düzenletiyorsunuz. Bebek büyüdükçe hamile kadının karın boşluğundaki iç organları diyaframa doğru ilerliyor. Mesane, mide gibi alan daralmasından olumsuz etkilenecek ve sizi etkileyecek organlar iyice küçülüyor.

Yazdığımı daha iyi anlayabilmek için bugün 15 defa tuvalete gidiniz.

Sıklıkla gittiğiniz tuvaletler de hijyen kurallarına uymak zorundasınız dolayısıyla öyle her yerde tuvalete giremiyorsunuz. Çabuk yoruluyorsunuz çünkü ağırlık taşıyorsunuz. Çok yiyemiyorsunuz ama çok yemek istiyorsunuz.

Bütün bunlar insanın sinirlerini bozuyor. Özellikle yaz aylarında hamileliğin 3. evresine geçen sevgilim canından bezmişti. Allahtan evimiz o kadar rutubetliydi ki geceleri soğuk oluyordu. Ben duvardaki balıklar eşliğinde uyuyadurayım, 10 dakikada bir tuvalete kalkan sevgilim pek huzurlu değildi. İşte bütün bunların arasında ben uyumaya çalışırken (!) şöyle bir ağlamayla uyanıyorum

“Çok çişim geliyor”

Haydi buyurun. Böyle bir ortamda gel de keyif yap…

İlk ağlama buydu işte. Ben şanslı bir adam olduğumdan ağlamalar bende azdı, ya da bana az aksettirildi. Hamilelerin duygu durumları bizim asla anlayamayacağımız bir durumda olduğundan onlar sizin karşınızda ağlarken “Acaba ne desem? Sarılsam mı? Acaba maçı açsam ne olur? Doktor sevişin demişti aslında! Karbonun özgül ağırlığı kaç?” gibi sorularla boş boş bakıyorsunuz.

Evet sarılmak, onu desteklemek her zaman gerekli ama asla onu anlayamayacağınızı bildiğiniz için biraz da korku var içinizde. Sonuçta size şöyle bir bağırış gelebilir:

“Sen taşımıyorsun tamam mı karnında bu çocuğu!”

Ne diyeceksiniz böyle bir şeyle karşınıza gelindiğinde?

“Ver ben de taşıyayım.” diyemezsiniz, ortam buna müsait değil.

“Ben mi dedim ‘taşı’ diye Allah Allah!” derseniz çocuğu hangi günler göreceğinize şimdiden karar verin.

“Geçecek, az kaldı.” diyebilirsiniz… İyi de nereden biliyorsunuz?

Ben üçüncüsünü tercih ettim. Kontratak anında gelişti:

“Alsınlar artık bu çocuğu içimden.”

Korkmayın… ben korktum siz korkmayın. “Eyvah!” dedim, “Yoksa gerçekten bundan sıkıldı mı?” sorusu kafamda yankılanan tek soruydu. Saniyeler içinde şunları düşünüyorsunuz:

Daha bu çocuk doğmadı, doğacak, geceleri ağlayacak, altını değiştirmek zorunda kalacağız, hastalanacak, düşecek ve kafası şişecek, gündüzleri ağlayacak, uykusuz kalacağız, bir sürü masrafı olacak, büyüdüğünde elin heriflerini eve getirecek ve ben hapse girmek zorunda kalacağım… Şimdiden sıkıldı mı acaba?

Açıklıyorum. Hamileler gerçekten çok değişik insanlar. Yaklaşık 30 saniye önce “Alsınlar bu çocuğu içimden” diye anlayan kişiye ne diyeceğinizi, nasıl davranacağını bilemezken bir anda hıçkırıklarını kesebiliyor…

-“Alsınlar artık bu çocuğu içimden!”

-“Geçti, geçti…”

-“Fırk Fırk”

-“……”

-“Pirinç aldın mı?”

-“Hö?”

30 saniye önce çocuğunuza H.R. Giger yaratığı muamelesi yaptığını zannettiğiniz kadın bir anda size dönüp alışveriş sonuçlarını sorguluyor.

-“Nasıl yani?”

-“Pirinç alacaktın, yarın pilav yapacağım.”

Hayır, o da çocuğu seviyor ve sadece duyguları çok karışık. Benim asla anlayamayacağım bir şekilde karışık hem de…

Ama size bir öneri: O pirinci almadıysanız, ayak masajı falan biliyorsunuzdur umarım.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Hayır, Fidel Leyla'yı Öpmedi

Ama öpsün çok istemiştim...

5 aylık hamile bir kadın, hayatında ilk defa okyanusu geçecek olan ben ve kadının karnında bulunan, doğumuna 4 ay kalmış olan Leyla… Küba’ya gidiyorlar.

İsmini Leyla koymaya karar verdiğimizde mutluydum huzurluydum. Leyla ismini çok sevmiştim, kızıma çok yakışacağına emindim. Artık görünmeyen bebekten bahsederken kullanacağımız bir isim vardı. İlk olarak hoşuma giden de buydu zaten.

Burada yolculuk ve Küba’yla ilgili çok fazla ayrıntıya giremeyeceğim, üzgünüm. Leyla, hamilelik ve benimle ilgili konuşmaya devam edeceğiz…

“Gidip dönememek var” lafı hiç bu kadar güzel gelmiyordu kulağa. Gidip dönemesek diye çıktık yollara. Aklımda, havsalamda Küba ile ilgili biriktirdiğim ne varsa evde bıraktım ve taksiye bindim. Bir büyük çanta sırtımda bir küçük çanta sevgilimin sırtında… Atatürk Havalimanı’na her zaman ki kontroller eşliğinde, kendimizi biraz daha terörist zannederek girdik. İki güzel aramadan sonra bir de Fransa’da aramaya maruz kalacaktık neredeyse ama sadece aktarma olduğundan güvenlik görevlilerinden mümkün mertebe uzak durarak Küba uçağını beklemeye başladık.

3 saatin üzerine yapacağımız yaklaşık 11 saatlik yolculuk için bindiğimiz uçağın koltukları gözümüzü korkutmaya yetmişti. Ancak ekonomi sınıfından alabildiğimiz için daracık koltuklarda seyahat mecburiyeti Leyla’yı ve annesini düşündüğümde benim için işkenceydi. Kendi koltuğumdan feragat edip uçağın içinde bir o yana bir bu yana gezinmeye başladım. Yanımızdaki arkadaşlar ara sıra bana yer veriyordu. Tek teselli gideceğimiz noktanın Küba olmasıydı.

Uçakta elden geldiğince içki içerek kendimi avutmaya çalıştım. Bizimle beraber seyahat eden 21 kişilik (evet saydım) bir Türkiyeli grup daha vardı. Küba ile ilgili bir şey anlatmayacağım demiştim ama bunu anlatmazsam kendimi kötü hissedeceğim. Bir elektronik firmasının bayilerine verdiği bir hediyeden yola çıkan bu 21 kişilik grup eğlenceliydi. Bir süre sonra onlarla muhabbet etmeye başlamıştık. Bizim grubumuz, Leyla hariç, 4 kız 2 erkekten oluştuğu için dikkat çekmiş olmalı ki bir ara bir tanesi kulağıma eğilip “Yanlış anlamazsanız size bir şey soracağım” dedi. Yanında getirdiği viskiden 3. kadehimi aldığım için kabul ettim sorusunu.

-“Ya, siz çok güzel bir gruba benziyorsunuz. Kızlı erkekli. Hadi bizim Küba’ya gidiş amacımız belli ama siz neden gidiyorsunuz?”

-“………”

Sadece Küba değil, dünyanın bir çok ülkesi için algımız bu yönde olduğundan biri hamile dört kız ve yanlarında bulunan 2 erkeğin Küba yollarında bulunması ilginçti.

Uçaktan indiğimizde pasaport kontrolü için sıra bekliyorduk. Ondan önce de bir arama vardı. İşte orada kimin, kime nasıl değer verdiğini anladım. Sevgilimi aramıyorlar, onu X-Ray cihazlarından uzaktan geçiriyorlardı. Hatta birkaç asker kadın onunla konuşup “Ne kadar güzel, burada çok eğleneceksiniz.” Gibilerden laflar ediyorlardı. Ne demek istediklerini birkaç gün içinde anlayacaktık.

İlk günden son güne kadar Küba’da hamilelere ne kadar özenli davrandıklarını gördük. Gelecek çocukların üzerine kurulduğu için hamileler el üstünde tutuluyordu. Konaklama için bir şey ayarlamadığımızdan, “Casa Particular” denen, devlet izniyle evlerinin belirli odalarını kiralayan ailelerin yanında kalıyor, onlarla yemek yiyor, evdeki vaktimizi onlarla geçiriyorduk. Özellikle yemek yeme saatinde hamile bir kadın olduğundan ona uygun şeyler de pişiriliyordu.

Bizi asıl şaşkınlığa uğratan ise kasabaları, şehirleri gezdikçe gördüğümüz, “Hamile Evleri”ydi (La Casa Embarazada) cesaret edip birine girdiğimizde şunu gördük. Bir ev, bahçeli, verandada bir sürü sallanan sandalye, içeride broşürler, duvarlara çizilmiş emzirme, bebek tutma, aşı tablosu gibi resimler, yiyecek içecek için küçük bir mutfak ve sürekli orada bulunan bir hemşire.

Aslında hamileler için durum şu Küba’da. Bir kadın hamile olduğu anlaşıldığı an izne ayrılıyor. Her şehirde, şehrin büyüklüğüne göre, bir ya da daha fazla “Hamile Evi” var. Bu evlere gitmek şart değil ama gidilmesi öğütleniyor çünkü bu evlerde doğuma kadar nasıl bir süreç sizi bekliyor o anlatılıyor. İş çıkışında kocalar buralara gelip eşlerini alırken onlara da benzeri şeyler anlatılıyor. Ne kadar ilginç değil mi? Bizim ülkemizde anneler son güne kadar çalışmak istiyorlar. Burada onların bir hatası yok; onlar son güne kadar çalışmak istiyorlar ki doğumdan sonra çocuklarıyla daha çok vakit geçirebilsinler. Küba’da doğum sonrası izni 1 yıl. Ayrıca babalar da 1 ya da 2 ay izin alıyorlar.

Çocuğunuzun masraflarını ise devlet üstleniyor. Burası biraz karışık çünkü aslında Küba’da yetişkinlerin masraflarını da devlet üstleniyor. Biz nerede ve ne şartlar altında doğum yapalım, bunun ne kadarını biz ödeyeceğiz, devlet bize ne kadar para verecek gibi şeyler düşünürken Küba’da elbette doğum ve doğum sonrası bakım da ücretsiz. Yanlış anlaşılmasın erkeklerin de sağlık giderleri devlet tarafından karşılanıyor ama yabancı hamilelerin de bakımlarını Küba devleti üstleniyor.

Ayıptır söylemesi ben orada her bulduğumu yemek gibi bir oburluk yaptığım için hastaneye kaldırıldığımda acil bir durumum olmadığına kanaat getirilmiş, turistler için özel hazırlanmış bir kliniğe sevk edilmiştim. Dolarları haşır haşır bayılırken doktor sevgilime gülümseyip, sizin için geçerli değil tabi diyordu. Gittiğimiz her yerde, kaldığımız her evde bir hamileye nasıl doğal, abartmadan sevgiyle yaklaşıldığını öğrendim. Çocuk doğduktan sonrası için sizi delirten kaygılarınız olmadan hamile olmanın, bebek bekleyen bir baba olmanın ne demek olduğunu anlamaya çalıştım. Hamilelerin fazla yemesine gerek olmadığını, dengeli bir beslenmenin daha önemli olduğunu oradaki köylü kadınlardan öğrendim. Evet, bize de doktorumuz anlatmıştı ama ne zaman 40 yaşını aşmış biriyle karşılaşsak bize yemek uzatıyordu… Hamile bir kadının göbeğini açık tutmasının ayıp olmadığını aksine “Aç bu güzel güneşi o da hissetsin” diyen insanların yaşadığını anladım. Dağ bayır, köşe çayır gezerken bir hamilenin oturup dinlenmesi gerektiğini değil, hareket edebildiği kadar hareket etmesi gerektiğini öğrendim.

Hamileler bizim ülkemizde ki gibi sadece yaşlı ve gazilerle bir tutulmuyor, geleceği karınlarında taşıdıkları için el üstünde tutuluyor, her şeyin bilimsel izahatı sayesinde yaşıyorlardı.

Son bir şey anlatmadan edemeyeceğim; Küba’daki ilk gecemize hızlı girmiştik çünkü uçağımız akşam saatlerinde inmişti Havana’ya. Odaya yerleştikten sonra evin sahibesi eğlenmeye gitmişti. Şişe suyu bulamadığım için dışarı çıkıp bakkal aramıştım. Markete benzer, dışarıda içecek dolabı olan bir yere yönlendiğimde oranın bir bar olduğunu anlamıştım ama su alabilirim düşüncesiyle oraya yönlendim. O zamanlar İspanyolcam iyi değildi. Barın sahibi kısa bir muhabbet sonrası benim bu İspanyolcamla işimin zor olacağını söyledi. Sevgilimin İspanyolcasının benimkinden daha iyi olduğunu söylediğimde o ve yanında bulunan iki kişi benim aptal olduğuma kanaat getirmişlerdi. Arka masada benimle flört etmeye çalışan iki kızı göstererek “Bunları ne yapacaksın” diye sorduklarında, onlara “Sevgilim hamile ve şu anda benden su bekliyor, bunları düşünmeyeceğim” demiştim. “Bir kahraman daha geliyor dünyaya” diye bir adet puro vermişti barın sahibi. Kullandığı sıfat “Protoganista” idi ve ben bunu bilmiyordum. Ne demek olduğunu sorduğumda “Hèroe” diyerek kahraman olduğunu açıkladı. “Erkek dişi ayrımı yok mu?” dedim, çünkü o dişi kullanmıştı. Olduğunu öğrendiğimde “Kızım olacağını nereden biliyorsun?” diye sordum. “Bütün herkes kadın doğar” demişti…

Kadınları seksist bir şekilde değil estetik bir şekilde seven, hamilelere yapmacık bir saygı değil gerçekten hissettikleri için saygı gösteren bir ülkeden ayrılıp ülkeme döndüğümde ilk olarak hamile bir kadının daha dikkatli arandığını, göbeğinin açılmasını istediklerini gördüm…

Olsun benim çocuğum bu ülkede büyüyecekti. Dönüşte Atatürk Havalimanı’nda karşılaştığımız en ilginç diyalog ise şu oldu.

-“Bebeğin babası siz misiniz?”

-“Evet benim?”

-“Evli değilsiniz?”

-“Evet değiliz?”

-“Biz nereden bilelim bebeğin babasının siz olduğunuzu?”

-“Size ne ki?”

Daha önce düşünmüştüm ama ilk defa o zaman evlenmeden çocuk sahibi olmanın bu ülkede belirli zorluklar yaşatacağının farkına varmıştım…

10 Şubat 2011 Perşembe

CİNSİYET BELLİ OLUYOR

Belki biraz haksızlık yapmış olabilirim, ama aylar öncesinden yaptığımız El Clasico maçını kaçırmayacaktım. Her şey hazırlanmıştı, business klastan ayarladığımız biletlerle şampanyalar eşliğinde Barcelona’ya varış, ardından helikopterle Madrid’e uçuş. Hayır maç Barcelona’da değil Madrid’deydi ama sangriyayı en güzel yapan yer Barcelona’daydı. Uğramadan gitmek olmaz. Santiago Bernabèu’nun yanındaki helikopter pistine indiğimiz anda cep telefonumu açtım. Hemen sevgilimi arayıp yanlış giden bir şey olup olmayacağını soracaktım. Hem helikopterin hem de stadyumun etrafını doldurmuş “Madrileño”ların sesinden mütevellit telefonla konuşamıyordum. Mesaj attım, cevap çok güzeldi. “Sen keyfine bak hayatım, biz iyiyiz?”

“Siz” kim? Bırakın Barcelona’yı Madrid’i Mecidiyeköy'e gidemediğim o günlerde daha önce dikkat etmediğim bir şeye dikkat ettim. Hamile kadınlar “Sizli Bizli” konuşuyorlar. Ben ilk başta “BİZ”i kastediyor diye düşünmüştüm, tamam değilmiş ama en azından benden de biraz bahsetseydin. Daha sonra bu “Sizli Bizli” konuşmaların hamilelikten kaynaklanan ani sosyal statü değişikliğinin gerekliliği olan tevazu zarfları olduğunu düşünüyordum. “The Royal We” kıvamında. Hayır değilmiş. Gayet bebek ve kendinden bahsediyormuş.

İşte bir defa daha kendimi kötü hissediyordum. Ben neden “Biz” diyemiyordum? Çocuğu taşımadığım için mi? Garip olan ise şuydu; birileri bana “Borga Bey Borga Bey baba olacaksınız neler hissediyorsunuz?” dediğinde verdiğim cevap hep aynıydı; “Hocam çok güzel bir duygu”

Yalan. Hiçbir duygu yoktu. Koca bir boşluk. Evet şunları düşünüyordum; maddi olarak nasıl bir gelecek bizi bekliyor, ayrılırsak ne olur, altını değiştirirken elime bulaşanların tadına bakmak zorunda mıyım, karbonun özgül ağırlığı kaç? Ama “Biz” diyemiyordum. Yavaş yavaş şu soruyu sormaya başladım. “Acaba ben baba olmaya hazır değil miyim?”

Bu karamsar durumumun en kötü tarafı da şu oldu; bu düşüncelerimi kimselerle paylaşamıyordum. Bebeği istemediğimi ya da sevmeyeceğimi zannetmelerinden korkuyordum. Oysa ben birçok problemimi birilerine anlatabildikten sonra çözebilen biriyimdir. Sanırım sesli düşünme olayını yapamıyorum.

Küba yolculuğuna çıkmadan iki gün evvel doktor randevumuz vardı. Bu muayene diğerlerinden daha önemliydi. Çocuğun cinsiyetini öğrenecektik. Çocuğunun cinsiyetini öğrenen bir anne baba bunu Küba’ya giderek kutluyor. Böyle de zenginiz.

Doktoru çok sevmiştim. Bir doktordan istediğim bütün özellikleri taşıyordu. Aslında tek bir özellik istemiştim; doktorluk. Komik olup hastasını eğlendirmeye çalışmayan, her şeyi en açık haliyle anlatan, sonuçları, komplikasyonları açık yüreklilikle belirten birini istemiştim. Bizim tercihimiz tıpkı böyle biri çıkmıştı, sevinmiştim. Çocuğumuzun cinsiyetini öğreneceğimiz gün bir telefon geldi. Doktor yüksek tansiyon sebebiyle hastaneye kaldırılmış, muayenemizi iptal mi etmek istermişiz yoksa başka bir doktordan mı randevu almak istermişiz? Şansa bak. Biz ne kadar şanssızsak doktorun da o kadar şanslı olduğunu düşünüyorum. Hastanedeyken hastaneye kaldırılmak kolay çünkü.

Başka bir doktordan randevu aldık. Espri yapmayı seven bu geçici doktordan yegane isteğimiz bize çocuğumuzun cinsiyetini söylemesiydi. Artık iyice belirginleşmiş göbeğin üstüne jel döküldü ve ekranda bizim anlamadığımız şekil belirdi. Doktor “Cinsiyetini öğrenmek istiyorsunuz değil mi?” diye sordu ve bir yanlış anlaşmadan kaynaklı sorunların üstünü örttü. “Evet” dedik ve direkt olarak “Female” dedi.

Adamın “Kız” yerine “Female” demesine bile takılamadım mutluluktan. İnanamadığım nadir anlardan biriydi. O an ne hissettiğimi sadece şöyle anlatabilirim. Dünya üzerinde olmanın ne demek olduğunu ilk defa anlamıştım. Yaşadığımı anlamıştım…

“Biz” diyememenin ağır stresi kalktı üzerimden, “Kızım olacak” demiştim içimden. O an ağlamaya başladım. Çok mutlu olduğum için değildi ağlamamın sebebi. Anlatabileceğim, daha önce yaşadığım bir duygu değildi. Böyle bir şey okumamıştım, duymamıştım, izlememiştim. Sanki gurur, neşe, bir şeye kavuşmanın haklı mutluluğu karışımı gibi bir şeydi sanırım. Bu çeşni ilk defa beni baba olacağım hissine ulaştırdı.

Şöyle demiştim kendi kendime… “Ben, sevgilim ve kızım Küba’ya gidiyoruz.”

Despues: Cuba…

Görüşürüz. İlk defa size görüşürüz dedim…

7 Şubat 2011 Pazartesi

EGO YALNIZCA BİR KURUM DEĞİLDİR

Bir daha o sandığı açacağımı zannetmiyordum. Babaannemden kalmış tek yadigar olan ceviz sandık uzun süredir tavan arasındaki dolapta duruyordu. İçindeki hafif olduğu için kolayca kaldırıp, yere indirdim. Açtığımda belki de parlaklığından değil ama bana hissettirdiği şeyden gözlerim kamaştı. Hemen çıkartıp hazırladığım bond çantaya koydum. Çantayı taşırken hem inanılmaz bir güven duygusu yaşıyor hem de beni nereden bulduklarını düşünüyordum. Belki de bulunmak istemiş ve bilerek dikkatsiz davranmıştım. Belki de çantayı geri verdiğimde hesabıma yatırılacak olan 4 Milyon $ kendime güvenmemi sağlıyordu. Ne olursa olsun oraya gidecektim.

Henüz hamileliğin 3.-4. aylarında olmamıza rağmen hayatınızda büyük değişiklikler olduğunu görüyorsunuz. Daha önce yasaklı şeyler listesini gördünüz. Yasaklı şeyler aslında direkt babaya yasaklanan şeyler değil. Benim mübalağa sanatını kullanabildiğimi göz önünde bulundurursanız çok kötü durumda değildim aslında ama hamile bir insana vermek istediğiniz destek ölçüsünde kimi özgürlüklerinizi arka plana atmak isteyebilirsiniz. Bu size mutluluk bile verebilir.

Hamilelik birinci evreden sonra farklı bir gelişim seyrediyor. Evreleri tekrar hatırlamamız gerekebilir:

1- Le Fabuleux Destin d’Amelie Poulain (Jean Pierre Jeunet, 2001)

2- Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo (Sergio Leone, 1966)

3- Apocalypse Now (Francis Ford Coppola, 1979)

Biz Amelie Poulain evresinden yüksek müsaadeleriyle ayrılmış, İyi, Kötü ve Çirkin’in kollarına salıvermiştik kendimizi. İlk üç ay sonunda belirgin ilk değişim gözle görülür bir şekilde oluyor ve ilk problemler başlıyor. Çocuğunuzu taşıyan kadının karnındaki çocuğun daha bir büyüdüğünü, bunun da annenin vücuduna (haliyle) yansıdığını görüyorsunuz. Bu bir hamile ile dolaştığınızı artık herkesin göreceği anlamına geliyor. Tam burada bazı densizlerin olduğunu ve yolda “Ay ne çok kilo almışsın” cümlesiyle diyaloga başladıklarını belirtmekte fayda var. İstisnalar dışında hamile bir kadının bebeğini mutlulukla ve gururla taşıdığını söylemekten zarar gelmez elbette. Ama bir hamile kadına yanlışlıkla da olsa kilo almışsın demek onu içten içe üzecektir. Birinci sorun biyolojik. Hamile kadınların çok kilo almaları iyi bir şey değil. Hamilelik boyunca toplamda 12 kilo almaları en ideali. Daha fazlası hem doğum sonrası kilo verme zorluklarına hem de hamilelik ve doğum esnasında yaşanacak sorunlara yelken açıyor. İkinci sorun ise psikolojik: hiçbir kadın, ne olursa olsun kilolu olmak istemez. Konu hamilelik bile olsa.

Babalar tam bu esnada artık bir şeyleri düşünmeye başlıyorlar sanırım. Daha önce de bahsi geçtiği üzere babalarda hala çocuğun gelişi ile ilgili çok elzem bir düşünce yoktu. Yine hormonsal olduğunu, benim bu kadar da odunsu bir varlık olmadığımı düşünüyorum. Karnın büyümesi ile birlikte bebeğin geliş sürecinin yaklaştığını anlıyorsunuz. Bu aylarda bir sorun daha var. Cinsiyet.

Cinsiyet öğrenme aşamasına yaklaştıkça bir insanın dünyaya geleceği ile ilgili daha çok düşünceye sahip oluyorsunuz. İşte tam burada “ego” denen şey ortaya çıkıyor. Üç ana başlıkta inceleyebiliriz.

1-İsim

2-Nasıl biri olacak

3-Üzerinde uygulayacağınız tahakküm

İsim: Cinsiyet öğrenme anına yaklaştıkça ister istemez bir isim düşünmeye başlıyorsunuz. Bu esnada “Neden acaba kendimi anlatmayayım ki?” ya da “Bir gönderme yapabilir miyim?” sorularını düşünüyorsunuz. Aileler sıklıkla çocuklarına sevdikleri ya da yalakalık yapmayı düşündükleri aile büyüklerinin isimlerini koyabildiği gibi çocuklarının isimlerinden politik görüşlerini de yansıtmak isteyebilirler. İşte bu esnada dedesini hiç tanıyamayacak olan nur topu gibi bir Abdurrahman’ınız olmasını istemiyorsanız ya da ileride milliyetçi bir camiaya girebilmesi olası olan ve her fırsatta size küfredecek olan 3,5 kilogramlık Fidel’iniz olmasını istemiyorsanız bu tamamıyla ego kokan düşüncenizden vazgeçin. Ayrıca çok kalabalık bir güruh tanıyorum ki çok sevdiği ya da hamilelik döneminde okuduğu roman karakterlerine atıfta bulunmak istediler. Allahtan ben o dönem aklıselim kişilerle beraberdim ki, o dönem tekrar okumaya başladığım çizgi roman dizisinden uzaklaştırılmıştım. Yoksa bizim bebek kız olursa Red Sonya oğlan olursa Conan olacaktı. Her neyse, isim çocuğa da bırakılmayacak kadar ciddi bir iş Allahtan. Yoksa biz 3 yaşına kadar bekleyip, üç yaşında çocuk kendi koysun ismini diyenlerdendik. Kanun bizi bundan uzak koydu –ki kanun koyuculara bir kez daha dua edelim çünkü bizim kızın adı şimdi Miki Mouse falandı.

Nasıl biri olacak: Herkes kendini çok sever, sevmelidir. Birçoğumuz göbeğimizi beğenmeyiz, bacaklarımız keşke daha güzel olsa diye dua ederiz, burnumuz neden bu kadar büyük diye kokain kullanıp kullanmamak için düşünürüz ama genelde kendimizi severiz. Hamile sevgiliniz ile bir yemek esnasında romantik bir şekilde odanın ne renk olması konusunda tartışırken ve genel olarak onun isteklerini kabul etmeye hazırken, gözlerinin içinde kaybolan bakışlarınız bir şekilde sevgilinizin burnuna doğru iner ve “Sanıyorum burnunun üst tarafı bana benzerse lise hayatında daha güzel günler onu bekler” diye düşünürsünüz. Keza bir gün ayna karşısında bornozunuzu banyo kapısına iliştirirken “Kalçam hiç de fena değilmiş, kadın ya da erkek bu kalça onu idare eder” deyip ondan sonra İngiliz romantik komedisinin karşısına geçebilirsiniz. Kaldı ki bizim çocuk bana benzediğinde ilk düşündüğüm şu olmuştu; “Oh be Almanya’da bir şey olmamış”

Üzerinde uygulayacağınız tahakküm: Babalar için durum şöyle gelişiyor. Erkek olursa onunla Şükrü Saracoğlu yollarında marşlar bestelerim… kız olursa ona erkeklerin nasıl yaratıklar olduğunu hiç çekinmeden anlatırım. Beyler, ne size bir arkadaş geliyor ne de hayatın her evresinde kontrol altında tutabileceğiniz bir yaratığınız oluyor. Eğer iyi bir büyücüyseniz kendinize bir “Golem” yaratın ama emin olun çocuğunuzun yerini tutmayacaktır. Hem zayıf olduğunuz bir anda size saldırma olasılığı var. Çocuğunuz sizin dinlediğiniz müzikleri dinlemeyecek olabilir, sizin politik görüşünüze uygun olmayan tavırlar sergilemeyecek olabilir, hatta ileride sizi sevmeyecek bile olabilir. Benim hayalimde ki çocuk Pink Floyd dinleyen, tarih, politika, felsefe, sanat konularında sürekli görüşlerine başvurulan, dünyanın en iyi televizyon kanallarında gündelik olayları yorumlayan biriydi. Ayrıca birçok spor dalında milli takım düzeyinde müsabakalara katılıyor ve tribünlerde onu izleyen beni, aynı zamanda menajerini mutlu ediyordu. Fakat hayallerim biraz önce boyama kitabını boyarken yıkıldı: “Baba şarkı söyleyelim mi? Boyalar gibi rengarengarengarenk”

Ben gayet egolarıma yenik düşmüş bir vaziyette tüm bunları düşünürken yatağa ilerleyen sevgilim bana birkaç hatırlatma yapmayı uygun görüyordu. Pasaportunu uzatman lazım bu bir, ikincisi yarın doğum öncesi kursunun ilk günü… Ve güzeller güzeli üç: “Küba için hangi çantayı hazırlamak istersin? Ben kendim için küçük sırt çantasını düşündüm, benim eşyalarımı da koyabileceğin büyük bir çanta bulur musun?”

3 Şubat 2011 Perşembe

Küba Meselesi (Domuzlar Körfezi)

Beklediğimiz cevap Cern’den gelmişti. Çocuğum olacağı için Hadron Çarpıştırıcısı deneyine katılamayacağımı bildirdiğimde çeşitli tepkiler almıştım. Parçacık fiziği camiasının neredeyse hepsi bu deneye katılmak isterken benim “baş bilim insanı” titrimden vazgeçiyor oluşum sansasyon yaratmıştı. Neyse ki deneyin bensiz sağlıklı olmayacağını düşünmüş olmalılar, çarpıştırıcıyı İstanbul’a getirmeye karar verdiler. Bir düşünün Yedikule Zindanları’nda bir Hadron Çarpıştırıcısı.

Tekrar doktorun bekleme odasındaydık. İlk gelişimizde yaptırdığı test sonuçlarında herhangi bir sorun çıkmamış olacak ki bizi erken çağırmamış, “Rutin kontrol için gelin” demişti doktorumuz. Hamilelikte bazı hastalıkların ortaya çıkma olasılığı yüksek olduğundan anne adaylarına kapsamlı bir test yapıyorlar. Bana sadece işitme testi yaptılar. Neyi ne kadar duymazlıktan geleceğimi ölçmek istemişlerdi.

Bekleme odasında otururken doğum kursları ilanını gördük. Birbirimize baktıktan sonra görevlinin olduğu masaya doğru yürüdüm. Kursların içeriği ile ilgili bilgi almak istiyordum. Saygıdeğer erkekler… hepiniz baba olmayı düşünmüyorsunuzdur belki ama baba olmak isteyenler, size bir şey söyleyeyim. Baba olmak istemeyenler sizinle çok dalga geçiyor. Masada görevli çocuk da baba olmak istemeyenlerden biri olacak ki, “Hamile misiniz?” diye başladı konuşmaya. Ciddiyetimi bozmadan “Henüz değil” dedim ve devam ettim “Nedir bu kurslar hocam? Nasıldır?”

Prensibim (aynı zamanda it gibi tırsıyorum) gereği hastane, ilaç, doktor ismi veremeyeceğimden dolayı hangi hastanenin bu uygulamayı yaptığını söyleyemeyeceğim ama benim bildiğim bir hastane İstanbul il sınırları içinde, anne ve baba adaylarına 8 haftalık ücretsiz bir kurs veriyor. Araştırırsanız bulabilirsiniz. İşte ben de bu kursla ilgili bilgi almaya çalışıyordum ukala dümbeleğinden. Adam da ciddiyetini koruyarak bize önce takvimi anlattı. Şu zamanda başlıyor, şöyle devam ediyor falan. “Peki” dedim, “Size katılıp katılmayacağımızı muayeneden çıkınca söyleyeceğim, çünkü zamanla ilgili sorunumuz var.” adam suratıma bakıp “fakat sizin için biraz erken değil mi? Biraz daha hamilelik ilerleseydi” dedi.

Aslında tüm sorun doktorun Küba yolculuğumuz ile söyleyip söylemeyeceği şeylerle ilgiliydi. Eğer doktor bize “Küba’ya gidebilirsiniz.” derse biz zil takıp oynayacak ama geç başladığımız kursa hatırı sayılır bir miktar devamsızlık yapacaktık. Durumu adama izah edip, erken girsek bile iyi not tutacağımızı, gerekirse karşıdaki fotokopiciden notları toplayacağımızı ve çocuk doğana kadar dersleri unutmayacağımızı anlatmaya çalıştım adama.

Doktor muayenesi tekrar başladı. Bir kez daha vajinal bir ultrason muayenesi geçirdi sevgilim. Ve ben bir kez daha ekrandaki çocuğumu tanıyamadım. Çocuğun gelişimi normaldi. Peki dedik, bize bu aylarda bizi bekleyen yenilikleri anlattı. İkea katalogundaki yenilikler gibi değil bunlar. Misal olması açısından: “Tuzsuz yemeniz gerek” dedi doktorumuz. Tuzsuzdan kastı, cidden tuzsuz. Hiç, sıfır, tuzsuz… Tuzun vücutta su tutan bir madde olduğu, kilo almayı kolaylaştırdığından bahsetti. Vücutta fazla su bulunup bulunmadığını anlamamız için bize bir test öğretti. Kaval kemiğinin üstüne parmağınızla yaptığınız baskı neticesinde oluşan çukurun, parmağınızı çektikten sonra ne kadar çukur biçiminde kalıp kalmadığına bakarak yaptığınız bu testi günde 8 defa falan yapmaya başlamıştık. Sonra sıkıldık. Zaten tuz yemedi… ben de…

Sevgili erkekler size bir üzücü haber daha veriyorum. Oruç tutan bir müslümanın karşısında tas kebabı kaşıklarsanız ne kadar kötü oluyorsa hamile bir kadının yememesi gereken yemekleri karşısında yerseniz o kadar kötü oluyor. Onlar sizi sevdikleri için “Ye bebeğim ye, ben hiç aldırış etmem” diyorlar ama işin şekli tam anlamıyla öyle değil üzgünüm ki. Maruz kaldığınız bakışlar karşısında intiharı düşünebileceğiniz gibi kimi zaman size edilen lafları nereden aldığını merak ediyorsunuz. “Aaaa! O ‘LAN’ ne kadar da yakıştı cümlenin sonuna. Zara’dan mı aldın?” Tıpkı sigara gibi yemekte benim kaçak yapacağım şeyler arasına giriyordu.

Doktor muayenenin sonuna gelirken içimizi kıpırdatan sorunun zamanı gelmişti. “Doktor bey, özür dileriz ama bir şeyi merak ediyoruz. Biz aylar öncesinde Küba’ya uçak bileti almıştık. Biz gidebilir miyiz sizce? Temmuzda?” Sorunun cevabını merakla beklerken doktor cebir hesabına başladı parmaklarıyla.

-“Hımm. Çocuğunuz o zaman 5 aylık olacak. Bence gitmeniz için bir engel yok.”

-“Heyooo!”

Alkışlar, maytaplar…

-“Yalnız, tropik bölge, yediğinize içtiğinize dikkat edin.”

-“Hiç merak etmeyin, börek götürürüz buradan.”

-“Bir de uzun uçak yolculuğu için birkaç tavsiyem olabilir. O kadar saat oturmak iyi gelmeyebilir.”

-“Problem değil, değil mi Borga? Sen ayakta durursun ben otururum.” diye sordu sevgilim

-“Atlantik Okyanusu’nun üstünde mi?”

-“Evet ne olacak ki… Doktor bey bir şey daha soracağım. Şimdi orada kimi içkiler çok meşhur, onlardan içebilir miyim?”

-“Kızım, kafanı değil, gönlünü hoş edecek kadar içeceksin.”

-“Duydun mu Borga, az içecekmişiz.”

Az içecekmişiz… Sigara ve leziz yemeğin yanına bir de içki eklendi. Muayene bitip dışarı çıktığımızda suratımızda gülücüklerle kursa katılacağımızı haber vermeye gittik. Kaydımız yapılırken meraklı gözlerle arayışta olan doktorumuzu gördüm. Beni görüp direkt yanıma koştu.

-“Hah ben de sizi arıyordum.”

-“Bir şey mi oldu?”

-“Siz sevişmeyle ilgili bir şey merak etmiyor musunuz?”

Ben ve sevgilimin yanı sıra suratına yayılan gülümsemeyle kurs görevlisi merakla doktora bakıyorduk.

-“Yooo. Yani o konuda bir endişemiz yok, yani tehlikesiz olduğunu biliyoruz şimdilik.” dedim.

O an gözlerinde beliren Haydar Dümeni gördüm…

-“Hah aferin gençler… Bol bol sevişin…” sırtıma da vurdu…

Oldu sayın doktor bey, bol bol sevişelim…

Sevişme tavsiyesi veren doktorumuzun bana yaşattığı ufak şoku bir kenara bırakmam gerekiyordu. Çünkü Küba’ya gideceğime inanamıyordum.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Açılın Ben Doktorum

Çeşitli araştırmalar neticesinde doğum doktorumuzu bulmuştuk. Fakat muayenesine gitmek istememiştik. Kendisiyle yaptığım görüşmeler neticesinde evde muayene yapabileceğini fakat ultrason için muayene ya da hastaneye gitmemiz gerektiğini söyledi. Babamın fabrikasına gittim. Muhasebe müdürünün odasına girdim. “Evet Borga, gene ne lazım?” dedi. “Ultrason cihazı.” Yanıtını verdim. Hemen internetten siparişi verdi. Artık evde muayene olabilirdi sevgilim. Zaten çocuğu da bahçemizdeki havuzda doğurmayı planlıyorduk.

Uyandığımda hastanedeydim. Sevgilim bir konsolosluk çalışanı olduğu için ve diğer birçok ülkede insan hayatına değer verildiği için özel sağlık sigortası vardı. Geniş kapsamlı olan bu sigorta (yolda takılıp ayağını burksan helikopter gönderiyorlardı) sayesinde özel bir hastaneyi tercih edebildik. Konsolosluk çalışanlarından biri bize bir doktor tavsiye etmişti. Batının jinekologunu almaya karar verdik. Randevular alındı ve bekleme odası günleri başladı benim için.

Kadınlar hamilelik döneminde çok çeşitli duygular yaşıyorlar. Bunun en büyük sebeplerinden biri elbette ki yaşadıkları fizyolojik değişim. Hayalini bile kuramadığım durumu şöyle özetlemeye çalışacağım. İçinizde, size yaklaşık 2 yıl sonra “Anne” diyecek biri büyümeye başlıyor. Yer darlığından mütevellit bu şahıs sizin iç organlarınızı ittiriyor, kendine yer açıyor. Büyüdükçe büyüyen şahıs sizin yaşam standartlarınızı da düşürüyor. Göbeğinize 2 kiloluk bir ağırlık bağlayıp dolaşmaya çalışın. Arka planda da vücut çalışıyor ve bazı hormonlar salgılıyor. Bu hormonlar tırnağınız kırıldığı zaman ağlamanıza yol açıyor. Bırakın duygusal bir film izlemeyi Seinfeld izlerken ağlayabiliyorsunuz. Sürekli yaptığınız ve zevk aldığınız bir şeyden artık sıkılabiliyorsunuz ya da bambaşka bir şeyden çok daha fazla keyif alıyorsunuz.

Peki erkeklere ne oluyor? Hiçbir şey! Baba adayları hamile kadını anlamaya çalışmak yerine hamileliğin zorluk durumuna göre kendilerini ve kadını korumalılar sadece. Fakat asıl konu olan “Babalığa Hazırlık” için elinizden gelen bir şey yok. Ben yeni aldığım motosikleti iade etmiştim mesela. Aman ne komik. Değişen tek duygu şu olmuştu bende. Bütün çocuklar, hamile kadınlar ilgimi çekmeye başlamıştı. Sanki sokaklar çoluk çocukla dolup taşmıştı. Her gördüğüm çocuğa, bebeğe bakar olmuştum. “Aha şu arabadan alayım.”, “Ay ne güzel kıyafet.” “O çocuğa öyle vurulur mu be.” gibi sayıklamalarla dolaşıyordum sokaklarda. Algıda seçicilik yaşamıştım sadece.

İşte bana tüm bunları anlatan adamı, doktorumuzu bekliyorduk bekleme odasında. Doğum kliniklerinin bekleme odaları tam bir felaket. Anne olan kişiler ve anne adayları birbirlerine garip gözlerle bakıyorlar. Gözlerinden “Benim çocuğum bundan daha güzel olacak” bakışlarını yakalamak mümkün oluyor bazen.

Ve bekleme odası felaketinden kurtulduk sonunda. Doktor bizi odasına davet etti. Daha önce de dile getirmiştim; işim gereği doktorlarla çok içli dışlı oluyordum, doktorlar ben de bir stres yaratmıyordu artık, jargona bile neredeyse hakimdim. Tanışma faslı falan derken soyadı farklılığından kaynaklanan ilk yanlış anlaşılmalar başladı.

-“Siz evli misiniz?”

-“Hayır değiliz.”

-“O zaman yani siz kimsiniz?”

-“O benim erkek arkadaşım.” diye cevap verdi sevgilim.

-“Yani bebeğin babası siz mi olacaksınız?”

-“Valla sizin için bir sorun teşkil etmeyecekse bu şanlı göreve talibim hocam.”

-“Tabi olur da, ilk defa evlenmemiş bir çiftin doktorluğunu yapacağım.”

-“Biz de ilk defa çocuk sahibi oluyoruz. Ne güzel ilkler yaşanıyor.”

Bu diyaloglar eşliğinde ilk muayene başladı. Hemen çocuğun rahme düştüğü tarih hesaplandı. Evet bu tarih hesaplanabiliyor. Yaklaşık 3 günlük bir sapma ile karşıma koyulan tarihe baktım ve…

Tam burada size hamileliğin nasıl başladığını anlatmam gerekiyor. Heves etmeyin çok ayrıntıya girmeyeceğim:

SAHNE 9/İÇ/GECE/DIŞ SES/MÜZİK

Kadın ucuz bilet bulur ve Almanya’ya gidecektir. Sevgilisi valizini toplamasında yardım ederken birasını yudumlar. Kadın dayanamaz biradan yudumlar alır. Havaalanına gecikileceği için çakır keyif havada toplanan bavula küçük pembe haplar koyulmaz. Kadın Almanya’ya (Acı Vatan) iner inmez eczaneye girer ve doğum kontrol hapı ister. Fakat Acı Vatan Almanya gayet medeni bir ülke olduğu için ilaçları leblebi alır gibi alamamaktasınızdır. Reçetesiz ilaç orada satılmamaktadır. Kadın tatilini bitirip geri döner. Hemen bir eczaneye gider ve yeni doğum kontrol hapları alır. Kullanacağı güne kadar ne olup olmayacağını da eczacıya danışır. Eczacı kendi çocuklarına arkadaş olsun istediğinden dolayı, “Üç ay boyunca bir şey olmaz. Çok zor” der. Ama adam ve kadın zoru başarır.

SON

Doktorun verdiği tarihe baktım ve

-“Kızım sen o tarihte Almanya’daydın?!?”

-“Saçmalama Borga.”

-“Uçak biletini göster.”

Evet, bu benim hamilelik yüzünden yaşadığım duygu durum bozukluğum. Muayene devam etti, doktor bize ne gibi süreçlerden geçeceğimizi anlattı. Her bir merhaleyi duyduğumuzda “Ne var ki hallederiz”, “Ohoooo” der gibi birbirimize bakıyorduk. Bir erkek için hamileliği 3’e ayırabilirim:

1- Le Fabuleux Destin d’Amelie Poulain (Jean Pierre Jeunet, 2001)

2- Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo (Sergio Leone, 1966)

3- Apocalypse Now (Francis Ford Coppola, 1979)

İleride uzun uzun işleyeceğimiz bu evrelerin şimdilik ben daha giriş (Amelie) bölümündeydim ve hayat tozpembeydi. İlk ultrason muayenesine girdik. Sayın baylar ilk sürprizinize hazır olun. Filmlerde görüp sevdiğinizin aksine hamileliğin başlarındaki ultrason muayenesi gayet vajinal bir muayene. Yani göbeğin üstüne bir jel döküp el ele tutuşmuş çiftlerin ekrana bakıp birbirlerine gülümsemesi şeklinde olmuyor. O jel bir nevi kaydırıcı olarak kullanılıyor. Ekranda bebeğimizi gösterdi doktor bize. “Ayyyyyy” diyecektim, kendimi buna hazırlamıştım ama “Hangisi?” diyebildim sadece. Ekranda gördüğümüz şeylerin, hangisi bizim çocuğumuzdu ki? Bilemedik. Asla anlayamadık. Bize fotoğrafını bile verdiler ama tanıdıklarımıza gösteremedik. Küçücük bir nokta… “Bakın yüzük şeklinde bir şey var şurada, işte o kalbi…”

Bizde yüzük yoktu ama yüzük şeklinde bir şey benim hayatımı değiştiriyordu. Bir çocuk gelecek bunun farkındaydım. Sevgilimin ne hissettiğini anlamaya çalıştım. Dudakları titriyordu, ağlamak üzereydi sanırım. Bana dönüp gülümsedi, ben de ona gülümsedim. Ben ağlayamıyordum ama gülümseyebilirdim. “Kız mı olsun istersin yoksa erkek mi?” diye sordu birden. “Kız” diye yanıtladım, sonra doğru cevabın bu olmadığına kanaat getirdim, “Eee sağlıklı olsun da…” diye gevelerken doktorumuz “Allah Allah, genelde erkekler erkek evlat isterler ama” dedi. “Erkek adamın erkek damadı olur.” diyivermişim.

Artık vedalaşıp odadan çıkarken asıl unuttuğum ve sormam gereken soruyu sordum.

-“Hocam biz şimdi dört ay kadar sonra Küba’ya gideceğiz. Bununla ilgili bir problem var mı? Ne yapalım? Biletleri çok önceden aldık…”

-“Onu gelecek ay geldiğinizde konuşalım”

Korkuyorum anne.

1 Şubat 2011 Salı

Problem 1: Sigara, Malikane ve Aşermesi

Babamın hediye ettiği Bentley marka otomobilimle evin otoparkına girmek üzereydim. Otomatik garaj kapısı açılır açılmaz gördüğüm manzarayla şok olmuştum. Sevgilime hediye ettiğim Megane’ın arka tarafı göçmüştü. Arabayı öylece bırakıp eve koşturdum. “Sevgilime, çocuğumun annesine bir şey olmuş muydu?”, “Nasıl kaza yapmıştı?”, “Neden bana haber vermemişti?”, “Karbonun özgül ağırlığı kaçtı?” gibi sorularla eve girdim, ağlama sesleri üst kattan geliyordu, sevgilim yatak odamızın penceresinin kenarına oturmuş, boğaza bakarak hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. O garip sözler döküldü ağzından “Taşınmamız gerekiyor, bu ev bize yetmez.”

Bentley marka bir otomobilim olmadığı gibi iki katlı, garajlı, boğaz gören bir yatak odasına sahip evim de hiç olmamıştı. Sevgilimle oturduğumuz ev Çukurcuma’da bir stüdyo daireydi. Evin içinde tek bir kapı vardı ve o da banyoya açılıyordu. Mutfağı, yatak odası ve salonu aynı yerde bir ev, içi dışı bir yani. Arkadaşlarımıza bir çocuk yapmaya karar verdiğimizi söylemek için evimize davet ettiğimizde yarısı ayakta kalıp hadiseye kokteyl havası vermek zorundaydılar. Kimi gözyaşları içinde tebrik ediyor, kimi yanındaki kocasına yan yan bakıyor, bazıları hala erkek arkadaş bulamadığı için yakınıyor, kimisi rolleri paylaşıyordu. “Ben halası olacağım.” “O zaman ben teyzeyim” nidaları ortalığı dolduradursun birinden mantıklı bir soru geldi. “Abi taşınmayı düşünüyor musunuz?” Sanırım alıcı gözle ilk defa eve baktım. Sevgilime baktım ve taşınıp taşınmayacağımızı sordum. Bir müddet tartıştıktan sonra hamileliğin uzun süresini o evde geçirebileceğimizi söyledik.

Her şey hamile bir kadının fazla yorgun düştüğü gerçeğini öğrenmemle başladı. Kadınlar hamileliğin ilk birkaç ayında çok fazla uyuyorlar ya da bizimki benim muhabbetimden sıkılmıştı. Onun işyeri eve daha yakın olduğundan eve çok erken geliyordu. Ben saat 19.00 sularında eve girdiğimde o uyuyor oluyordu ve sabah kalkarken çok zorlanıyordu. Evet 12 saatin üzerinde uyuyabiliyor ve ben o stüdyo tipi dairede kısık sesle televizyon izlemek için anormal çabalar sarf ediyordum. Dudak okumayı öğrendiğim sıralarda evden taşınmak için bir başka bahane daha ortaya çıktı. SİGARA

Sigara benim hayatımda, üzgünüm ki, önemli bir alanı kapsıyor. Kısık sesle maç izlerken ve hiç bağırmadan gol sevinci yaşarken biramdan bir yudum alıp bir sigara yakmak, bir İspanyol filminin etkisinde hayatı sorgularken kederlenip (evet İspanyolca dudak da okuyabiliyordum) sigaradan derin bir nefes çekmek… bütün bunlar benim için bir hayaldi. Sevgilim “Lütfen sen de sigarayı bırakır mısın? Ben artık kokusundan çok rahatsız oluyorum” demişti.

İşte o günlerde iki dönümlük banyoda (iki kere dönebiliyordunuz) sigara içmeye çalışıyordum. Lise yıllarıma geri dönüşüm yurtta ve yurtdışı temsilciliklerde kutlanadursun, dumanı aspiratör yardımıyla hallediyorduk ama koku için kaç adet oda spreyi harcadığımı anlatamam. En sonunda Kyoto Sözleşmesini hazırlayanlar gelip sera gazı salınım oranımı hatırlattılar ve bana evden taşınmamı salık verdiler. İşyerinden birinin vasıtasıyla Cihangir’de bir ev bulduk. 1,5 oda 1 salon bu eve aslında bakmaya gerek yoktu, nasıl olsa bebek odası da kurabileceğimiz bir ev olması gerekiyordu, ama hadi kırmayalım bir bakalım dedik. Eve girdiğimizde salondan çıkılan ve bir adet kocaman ceviz ağacı barındıran bahçeyi gördüğümde “Tuttuk, nereyi imzalıyoruz?” diyivermişim. Bu acele kararım bir müddet sonra duvarlarda yaşayan balıkları görünce bana pişmanlık olarak yansıyacaktı ama sigara içebileceğim bir bahçeye sahip bir ev bana çok cazip gelmişti. Bir hafta gibi kısa bir sürede tüm anlaşmalar imzalandı (Doğalgaz boru hattı döşüyoruz) ve eve taşındık.

Sevgilim burada da erken yatma alışkanlığını sürdürüyor, ben televizyonun karşısında o maç senin, bu film benim at koşturuyordum. Yaz aylarında olduğumuz için televizyonu bahçeye çevirip, bahçedeki şezlongumdan sigaramı tellendirirken keyfime keyif demiyordum. İşte o günlerde acı gerçekle yüzleştim.

Hamile kadınların koku alma duyuları anormal gelişiyordu. Benim Patrick Süskind’in “Koku” romanından fırlayan Jean Baptiste Grenouille’ün kadın sürümüyle tanışma maceram bir gece vakti oldu. Kaçak sigaralarımdan bir diğerini bitirmiş, ne olur ne olmaz diye sakızımı ağzıma atmış şezlongda keyif çatarken sevgilim geldi karanlığın içinden. Kılıcını kınından tek hamlede çıkarıp boğazıma doğru tuttu, gözlerinden çıkan alevler karanlığı aydınlatıyor, bense titreyerek “Aaaa neden uyandın?” diyebiliyordum sadece. O güzel soruyu sordu “Sigara mı içiyorsun sen?”, acaba yırtabilir miyiz düşüncesiyle “Ne sigarası ya?” diye debelenirken, “Kokusunu aldım” dedi, “Ben her şeyin kokusunu alabiliyorum artık”

Sigara tartışmaları “Tamam valla bırakacağım, yemin olsun, kızım olmadan asla” gibi sözlerimle biterken ben hala “Nasıl alıyor ya o kokuyu?” sorusunun cevabını arıyordum. Hemen ufak bir araştırma yaptım. İşim gereği doktorlarla çok muhatap olduğumdan samimi olduklarımdan bir tanesine soruyu sordum. Kadınların geneli hamilelik döneminin başlarında çok güçlü koku algısına sahip oluyorlarmış, hatta ve hatta bizim dilimize yerleşmiş olan “AŞERMESİ” davasının başrol oyuncusu bu durummuş. Sizin almadığınız bir kokuyu alan kadın bir anda bu kokuyu başka bir yiyeceğin kokusuyla eşleştirebiliyor ve vegan bir komünün ortasında işkembe çorbası isteyebiliyormuş. Hamilelikte yaşanılan bu duyguyu sıklıkla hissettiğim söylenemez. Sevgilim daha çok kilo almamak için kendini ehlileştirmeye çalışıyor, tatlıcıların önünden geçerken tırnaklarını benim kollarıma geçirmekle meşgul oluyordu. Sadece bir kere gece vakti manav aramış ve elma bulmuştum. Bunun haricinde gecenin bir vakti dürtülüp “Canım guayaba istedi” diye uyandırılmadım.

Aynı doktor arkadaşım şunu da söylemişti. “Biliyor musun, aşermenin İngilizcesi yok!”

Hep bunu düşündüm, ya gerçekten aşerseydi ve gecenin bir körü canı guayaba isteseydi? Neyse ki guayabanın memleketi Küba’ya gitmemize çok az kalmıştı. Peki ama puronun memleketi Küba’da sigara olayını nasıl çözecektik… Orada da zırt pırt tuvalete gidilmez ki!!!

Nasıl Başladı

Bilgisayarımın başında oturmuş, ekranıma düşen atmosfer verilerini inceliyordum, katmanlar arasında bir tutarsızlık vardı ve önümüzdeki birkaç gün içinde vuku bulacak ciddi bir olayın habercisiydi bu. Koltuğumda hafif kaykılarak daha dik duruma geçmem ve bu ciddiyet karşısında bir planlama yapmam gerekirken bir an ekrandan uzaklaştım. Onlarca senedir kaç veriyi süzdüğümü, ne kadar sayısal hesapla ve grafikle uğraştığımı düşündüm. O an odamın kapısı açıldı. İlginçti, odamın kapısını vurmadan içeri giriyorlarsa ya büyükbaşlardan biriydi ve başım beladaydı ya da arkadaşım Thomas gene kötü bir şaka yapacaktı. Gelen üst kattan tanımadığım birileriydi, nefes nefese konferans odasından beklendiğimi söyledi. Konferans odasına gittiğimde o tatlı sürprizle karşılaştım…

Tam olarak böyle olmadı. Neden böyle bir fantezi kurduğumu tam olarak bilmemekle beraber bilinçaltımda sıkışan meteorologa ilginç bir sempati duyduğumu inkar edemeyeceğim.

Ajansta bana ayrılmış küçük bölmede dünyaca ünlü ilaç firmalarından birinin, ona milyonlarca dolar para kazandıran ilacına yeni bir slogan bulma ve parasına para katma derdindeydim. Birkaç ay önce aldığımız Küba biletleri beni teselli eden tek şeydi. Arada posta kutumu açıp açıp temmuzda çıkacağımız yolculuğun uçak biletlerine bakıyor ve gülümsüyordum kendi kendime.

Telefon çaldı. Arayan sevgilimdi, hafif ağlamaklı bir ses tonuyla hamile olduğunu söyledi. “Endişelenme, ben geliyorum” dedim ve telefonu kapattım. İşyerinden izin alma bahanem komikti sadece. “Patron ben bir iki saatliğine Taksim’e gidebilir miyim?” “Ne oldu hayırdır?” “Ya sevgilim hamileymiş” “Çabuk koş!”

Koştum… Yolun bir kısmını koşarak bir kısmını da metroyla tamamlamaya çalışırken bana ayrılan düşünme süresi 4. Levent-Taksim hattı kadardı. İşyerine ulaştığımda birlikte sigara içmeye aşağı indik.

2010 yılı planlarımız arasında (sanki Devlet Planlama Teşkilatı’yız) çocuk sahibi olmamız vardı. Sadece yöntem belli değildi, evlatlık almak ya da kendi çocuğumuza sahip olmak konusunda kararsızdık. Bu gelişme tarihi biraz erkene alabilirdi. Çekinmeden, ondan da aldığım güvenle o çok korkulan ve Hollywood filmlerinde yükselen müzik eşliğinde sahnelenen soruyu sordum; “Ne diyorsun? Yapalım mı?”

“Yapalım mı?” Aslında insan egosunun ne kadar yüksek olduğunu gösteren bu soru cümlesini sonradan düşündüğüm zaman anlayabildim ancak. Şimdi düşündüğümde kimi zaman çocuk sahibi olmaya karar vermek anlık bir refleks sonucunda da olabilirken kimi zaman çok uzun süre düşünülmesi gereken, bütün dinamiklerin tekrar tekrar gözden geçirmenin gerekli olduğu bir süreç. Fakat kullanılması gereken soru cümlesi asla “Yapalım mı?” değil. Sorun birini yapmak, yaratmak, dünyaya getirmek değil. Düşünülmesi, irdelenmesi gereken sorun o dünyanın ne olacağı. Senin içinde yaşadığın dünyanın, onunla beraber yaşadığın dünyanın, seni ve sizi hiçe sayarcasına, isteklerin dışında değişen dünyanın ne olacağı.

İşte o an, bu soruların cevaplarını düşünmeyi bırakın, sorulardan bile habersizken sordum. Sigarasını söndürdü ve “Ben bıraktım sigarayı” dedi.

Önümüzdeki iki ayın yukarıda sıralanan sorularla birlikte daha birçok soruna da ev sahipliği yapacağını bilmeden onun yanından ayrıldım ve işyerime dönmek üzere metroya bindim. İşyerindeki birkaç arkadaşımla beraber küçük bir kutlama yapacağımızı düşünerek Taksim’den aldığım şarabı elimde tutuyordum. O an bana en önemli gözüken soru aklıma geldi.

“Peki ama Küba ne olacak?”